Nuriye ve Semih açlıklarının yüz küsürüncü gününde. Gün saymak zûl geliyor. İnsan olanın ruhu ve vicdanı kaldırmıyor. Gösterişli iftarlar, münzevi ibadetler, açlıkla terbiye edilen/edilemeyen bedenler, doymak bilmeyen ruhlar, açlığı esir alan değil, açlığın esir aldığı insancıklar. Hepsi bir ülkede yüz yüze bakıyor. Gülüyor, küfrediyor, seviyor, nefret ediyor.

Açlığın birimi yok. Gün doğumundan gün batımına kadar aç kalanın mı, sabah kahvaltı yapmadan evden çıkanın mı, ekmek bulamadığı için üç gündür tek lokma yiyemeyenin mi, yoksa yüz küsür gündür yalnızca adalet için açlığı hiç edenlerin mi daha çok “aç” olduklarını bilmek olası değil.

Ancak kimin daha aç olduğunu anlamak için ne kadar yediklerine, en son ne zaman yediklerine değil, tıka basa yemiş olsalar da gözlerinin hâlâ yiyecek bir şeyler arayıp aramadığına bakmak yerinde olacaktır. Günlerdir bir şey yemeyen değil, kral sofralarında tıka basa, aksırıncaya, tıksırıncaya yediği halde gözü, midesi, eli, ayağı doymayanlardır aç. Karnını doyurmak için değil, sahip olmak için yiyenler, sahip oldukça daha fazla sahip olmak isteyenlerdir “aç”. Sonra yaşamanın tek anlamının bir şeylere sahip olmak olduğunu sanan ve ruhlarında her şeyi yutan koca kara bir delik gibi, o bitmez ve tükenmez mal mülk hırsını bir türlü bastıramayanlardır “aç”. Bu ülkenin “zorunlu askerleri”, “Mehmetçikler” zehir kusarken, sorumlu oldukları halde hâlâ, kocaman masalarda, iştahla birbirlerini ağırlayabilenlerdir “aç”.

Açlık bazen ibadettir, bazen ıstırap, bazen direniştir, bazen utanç. Bazen ibadet sanıldığı halde ıstırap, bazen direniş sanılırken ibadettir. Kimileri yüz küsürüncü gününe dayanmıştır açlıkta, ağızlarından bir of bile duymazsınız, tek dertleri adalettir; kimileri iki saat aç kalmıştır ama dünyaya yetecek kadar nefretle sarmalanmıştır. Bilinmeyen ya da görülmeyen odur ki, eğer bir ibadet biçimiyse açlık -ki hemen hemen bütün dinlerde öyledir- Tanrı için kimin aç kaldığından ziyade kimin tıka basa tok olduğu halde gözünün hâlâ doymadığı önemlidir. Oruç tutmak “Fakirin, yoksulun, açın halinden anlamak” değildir mesela. Eğer öyleyse fakir, yoksul ve zaten aç olanlar kimin halinden anlasın diye bir kat daha aç kalmaktadır? Oruç tutmak fakirin, yoksulun ve açın halinden anlamak değildir. Eğer öyleyse o fakirlik, o yoksulluk, o açlık bir daha gitmemek üzere sabitlenip kabul edilecektir. Aç bir kişinin varlığı bile bir toplumun kendisinden utanmasına yetmelidir. Bilinçli bir şekilde bedenini açlığa terk edenlerin varlığıysa depremler yaratmalıdır. İşte, ibadetse, o açlığı anlamak değil onu yok etmeye çalışmaktan geçmektedir.

“The İmam” filminin henüz başında mide kanserine yakalanan imama “Senin gibi bir gün yiyip bir gün oruç tutanın midesinde de kanser çıkıyorsa...” diye şaşırarak bakan eski imam hatipliye, imamın verdiği cevap ibadet etmekle ibadet ettiğini sanmanın nasıl da aynı eylemin içinde gizlendiğini göstermektedir: “Demek ki oruç tutmamışız, aç kalmışız...”

ibadeti yalnızca aç kalmak sanmakla, açlığı ibadetin görünmez bir parçası yapmak arasındaki fark da budur. Her ramazanda ibadet ettiğini sanarak aç kalanlarla, gerçekten oruç tutanların farkı da budur. Aç kalanlar açlıklarından başka bir şey düşünmeyecek, çevresinde yiyecek, içecek aranıp, gözleriyle yiyip içenleri keserken, oruç olanlar dünyevi olanla ilişkisini kesmektedir.

Açlığın birimi yoktur. Onu sayarak anlayamaz, toplayarak çıkararak açlığa ulaşamazsınız. O, varlığından utanmamız ve yok etmek için mücadele etmemiz gerekendir. Onu bir ibadet haline getiren açlığın şekli, şemali, içeriği değildir. Ondan çıkacak sonuçtur.


Açlık varsa, ibadet onu yok etmektir. Yoksulun doyurulduğu iftar çadırlarında değil, bir daha gelmemek üzere, görünmemek üzere yok etmektir. Açlık utançtır. Nuriye ve Semih “açlıklarının” yüz küsürüncü gününde artık geriye dönüşü olmayan bir yola girmişlerdir. Toplum, yoksulun açlığını, bu iki insanın açlığını bitirmek yerine, “layıkıyla iftar yapamayanları” doyurmakla gururlanıyorsa ve kendisine emanet edilen çocuklar askerde göz göre göre zehirlenirken, iki genç beden kendisini açlığa yatırmışken, ibadeti bir şova dönüştürüp meşrulaştırıyorsa, açlığın da, zehrin de nedeni kendisidir. Bundan sonra ya kendisini değiştirmek ya da açlığı yok etmek yapacağı en onurlu davranış olacaktır. Çünkü açlık varsa, ibadet onu yok etmekten başka bir şey değildir.