Babası daha dört yaşındayken bir işverene “kiralamış” İkbal Mesih’i. Kasım 1994’te kendisi gibi çocukların ağır iş koşullarından yakındı, çözüm istedi dünyadan. İkbal, çocukları esir olarak çalıştıran biri tarafından katledildiğinde ise yalnızca 12 yaşındaydı.

İkbal Mesih’i unutanın geleceği olmasın

Mehmet ERDEM

Yine sadece rakamların, grafiklerin gösterildiği, ahların, vahların bol duyulacağı bir “gün” daha işte. Yani bugün “Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü”. Kimsenin çabasını küçümsemek istemem elbette ama tüm iyi niyetli çabalara rağmen bu “mücadele”nin bugüne kadar “çocuk işçilerle” ilgili hangi sorunu çözdüğünü bilmiyorum. Bu alanda çalışma yapanlara sorulsa, haklı olarak “en azından durumlarının iyileştirilmesine gayret ediliyor” diyeceklerdir. Elbette öyledir, asla küçümsemem.

Ama yine de “çocuk ile işçiliğin” yan yana gelmesinin kabulü bile geri adımdır. Tamam durumları elbette iyileştirilsin ama “çocuk işçi” kavramını kabul ettikten sonra “durumunun iyileştirilmesi” yaklaşımı da en az sorunun kendisi kadar trajik gelir bana. “Mücadele”den anladığım, sorunu “ortadan kaldırmak” olsa da, bir kez daha belirteyim; artık ne kadar olursa “düzeltilmesi”, bazı hakların kazanılması, kimi uygulamaların sona erdirilmesi de elbette hiç yoktan iyidir yine de.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) son raporundaki bilgiler felaket tabii. “Çocuk işçiler”in yüzde 70’i (112 milyon) tarım sektöründe, yüzde 20’si (31.4 milyon) hizmet sektöründe, yüzde 10’u (16.5 milyon) ise sanayide çalışıyor rapordaki verilere göre. Bu çocukların 5-11 yaşında olanlarının yaklaşık yüzde 28’i, 12-14 yaş arasında olanlarının da yüzde 35’i eğitim dışında bir yaşam sürüyor. Kapitalizmin kâr hırsının, fakirleştirdiği toplumun çocukları, kendi aileleri için çocuktan çok bir işgücüdür haliyle. Hiç bir aile çocuğunu, onların boyunu da güçlerini de aşan, üretimin çarklarına güle oynaya atmaz elbette. Sistem yaptırıyor bunu.

Yoksulluk, fakirlik başka korkunçluklar da yaptırıyor insanlara tabii. Düne ait bir olgu değildir bu. Günümüzde de var. Dün şuydu, daha önce de birkaç kez yazmıştım; on sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde, az buz değil, on binlerce aile bakamayacakları için bebeklerini Thames Nehrine atardı. Bebeklerini çiğneyenler, çöp varillerine bırakanların sayısı da binlercedir. İnsanlığın bazen aklı başında davrandığı zamanlar da olmuş haliyle. Örneğin yüzlerce yıl önce, tek bir çocuğa izin verilen Ispartalılarda anne ikinci bir çocuğu doğurduğunda ya açık havada bir yere bırakır ya da başka bir yolla öldürürdü onu. Daha çok kız çocukları için böyleydi tabii. Eğer erkekse, ikinci çocuk olsa bile o zaman devletin malı sayılır, sağlık denetiminden geçirilir, iyi bir asker olacağına kanaat getirilirse büyütülürdü. Değilse talihsiz çocuğun da yeri belliydi: Nehir. Batı’da sanayileşmeden önce de sonra da “çocuk” kavramı bilinmezdi. Küçük işçiler olarak tanımlanmıştır hep.

ÇOCUKLARI KULLANMAYIN

Bugün olan da şu; çocukları aileleri nehre atmıyor ama bazıları çocuklarını işçi olarak işverene kiralıyor. Evet nehre atmıyorlar çocukları ama kurşunlayıp öldürüyorlar. Bunlardan en bilineni, en utulmaz olanı, unutulmaması gerekeni Pakistanlı İkbal Mesih’ti. Babası onu daha dört yaşındayken bir işverene “kiralamış”, bu yavru o küçük yaşında ağır işlerde çalıştırılmıştı. On yaşına kadar hem de. Ağır dokuma işçiliğinde özellikle. Nasıl oldu, kim akıl etti bilinmez, Kasım 1994’te İsveç’te Uluslararası İşçi Konferansı’nda konuşturdular onu. Kendisi gibi çocukların ağır iş koşullarından yakındı, çözüm istedi dünyadan. Onu yaşıtları arasında bir “işçi önderi” yapan konuşma buydu.

İşçi önderi olacak bilinci falan yoktu tabii. Nihayetinde çocuktu İkbal. Ününün doruğundayken, adım gibi eminim, farkında bile değildi bunun, evinin önünde bisikletiyle tur atıp oynadığı sırada kurşunlayarak öldürdüler yavruyu. 12 yaşındaydı. Onu bir deri bir kemik bırakacak kadar sömüren alçaklar, tetikçilerine öldürttüler onu. Hala aklıma geldikçe, hadi söyleyeyim ayıp değil, ağlarım ben. Evet, ciddi ciddi ağlarım. Şunları yazarken de öyleyim. Sadece “çocukları artık kullanmayın” dediği için kıydılar ona. Bu masum, elbette çok doğal istek, ancak kapitalist canavarları rahatsız ederdi. Bulabildiği boş bir zamanında, geceleri rüyasına giren bisikletine kavuştuğunda, tam bir çocuk eğlencesi yaşarken kursağında bıraktılar keyfini. Çocuktu yahu. Çocuktu.

Öldürüldüğü sırada onun gibi 12 yaşındaydı Kanadalı Craig Keilburger. Çocuk işçi olmadı hiçbir zaman. Ama İkbal’in ölümünü öğrendiğinde, çok üzüldü. Üzülmekten daha fazlasını da yaptı sonradan. Çocuk işçiliğine karşı küçük kampanyalar düzenledi. Büyüdü, yine sürdürdü. Toronto’nun banliyölerinde 20 kişilik bir grup oluşturmuştu. Zamanla büyüdü, genişledi grup. Sonra Kanada dışında ABD, Avustralya, Brezilya’da da gruplar oluştu. Onlara Singapur, Hong Kong, Birleşik Arap Emirlikleri de eklendi. Tabii tüm bu ülkelerdeki grupların üyelerinin hepsi çocuk, 9 ya da 10 yaşındalar. Craig’in örgütünün adı Free Children bu arada. Bakın, ilgilenin. Katkınız da olur mutlaka.

Biz ne yapabiliriz peki yetişkinler olarak? “Tek kişinin almamasıyla ne olur” demeden, çocuk emeğinin kullanıldığı hiçbir ürünü almayacağız. Bu kadar basit. Çıplak ayakla yürürüm, o Nike denen ayakkabıyı almam örneğin ben. Geberirim tadı için ama Nestle vs türü çikolata yemem. Masanızda çocuk bedeni dişlemeyin, ayağınızla çocuk bedeni ezmeyin. İşe yarar mı? Yarar. Çocuk işçiliğinin en yoğun olduğu Pakistan’da, İkbal’in ülkesinde yani, bu duyarlılığı gösteren tüketiciler sayesinde hükümet bazı önlemler almak zorunda kaldı.

İkbal’in yolundan giden, susmayan, “çocuk işçi” olmasalar bile çocuk işçilerin sorununu dile getiren çocuklar çıktı ortaya. Biz büyükleri utandıran gayretli çocuklar. Ottowa’dan 12 yaşında bir melek, Laura Hannant, Chicago’da düzenlenen Uluslararası Çocuk Refahı Konferansı’nda ana konuşmacılardan biriydi örneğin. Doğanın en büyük armağanı kız çocuklarından biri bu. Büyümüştür herhalde şimdi ama kurban olurum ona ben.

Her neyse, bugün 12 Haziran “Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü” işte. “Kutlanacak”, sonra hayat, o çocuklar için ne kadar hayatsa artık, sürecek yine. Ağlayıp duracağız işte en fazla. İkbal’in bir fotoğrafı var, durur kitaplığımda. Ben de bir şey yapamadan, bakar bakar gözyaşı dökerim.

Adına bu kadar mı ters ömrü olur bir çocuğun. Yüksek makamlara erişme gibi bir anlamı var bilirsiniz adının. Yüksek makamdadır elbette. Kalbimizde.