AKP iktidara geldiği günden bu yana Türkiye’de laiklik tanımı üzerinde sıkı, etkin bir baskı uyguladı. Laiklik akılcılığı, aklın özgürlüğünü ifade eden bir kavram olmaktan çıkartıldı. Önce din devlet ilişkisine, sonra da din vicdan özgürlüğüne indirgendi. Yadırgatıcı olan, ana muhalefetin aklın özgürlüğüne alan tanımayan dinsel bakış açısını itirazsız kabul etmesi oldu.

İki adım ileri bir adım geri...

Türkiye yoğun bir haftayı geride bıraktı. Yoğundu, umut ve karamsarlık atbaşı gidiyordu, korona salgını tüm yurdu kasıp kavurmayı sürdürdü. İktidar partisinin salgınla mücadeleyi yönetme konusunda piyasayı öne alan yaklaşımı salgınla ilgili saydamlık politikasının gerçeği yansıtmadığını gösterdi. Önlemler kısa sürede bir yana bırakılınca tehlike büyüdü.

Ankara’yı, İstanbul’u, Bursa’yı sel bastı. Ölümler oldu, çatılar uçtu, kimi halk düşmanları, sular çekilmesin diye rögarları çimento paketleri ile doldurarak tıkamaya çalıştılar; kim oldukları anlaşılamadı...

Hapisteki gazetecilerin, siyasilerin sayısı artmaya devam etti. Altı gazetecinin ilk duruşmasında üç gazeteci arkadaşımız serbest bırakılırken öteki arkadaşlarımızın tutukluluğunun devamına, CHP İstanbul İl Başkanı mücadele insanı Canan Kaftancıoğlu’nun 9 yıla mahkûmiyetini onaylamaya karar verdi mahkemeler.

Baro başkanları Ankara’ya yürüdüler; hep birlikte Anıtkabir’e gidecek sonra barolarda kongre usullerini seçim sistemini değiştirerek hakkı, hukuku savunan yönetimlerinden kurtulmayı amaçlayan tasarıyı protesto edeceklerdi. Kentin girişinde polis karşıladı. “Siz, dediler Ankara’ya giremeyeceksiniz”, “Neden”, “Emir böyle”. Yere oturdu baro başkanları, beklediler; “Geri dönmeyeceğiz burada oturacağız, izin beklemiyoruz, kentin kapısının açılmasını bekliyoruz” dediler. Geceyi yağmur altında, aç susuz geçirdiler.

Sonunda baro başkanlarının direnci, iktidarın inadını kırdı. Daha doğrusu iktidar partisi olayın büyümesinden, yığınsal itirazlara dönüşmesinden haklı olarak çekindi. Dönüşebilir miydi? Dönüşebilirdi, çünkü bu kez yalnız başkanlar değil, barolara kayıtlı binlerce avukat Ankara’nın yolunu tutabilirdi; dönüşebilirdi, çünkü iktidarın barolarla ilgili projesi onlarla sınırlı değildi, sırada mimar mühendis odaları, tabip odaları, öteki demokratik kitle örgütleri, sendikalar vardı; dönüşebilirdi, çünkü ülkenin her yerinde bitmek bilmez bir iştahla yolsuzluk, yeşil düşmanlığı, ırmak kurutan çılgınlık sürüyordu; dönüşebilirdi, çünkü kadınları aşağılayan bir ideoloji gittikçe yaygınlaştırılıyor, çocukların istismarına yol açan koşullarla alay eden sahte şeyhler, şıhlar kanal kanal dolaşıyordu.

Her ne olursa olsun otoritesini sürdürmek isteyen iktidar, hep işe yaramış “iki adım ileri bir adım geri” taktiğine başvurdu. Tasarıyı HDP dahil siyasi partilerle görüşmeye başladı. Neden meselenin gerçek muhatabı olan demokratik örgütlerle değil?

Ne tuhaf şeyler söylüyorsunuz siz. Demokratik kitle örgütleriyle bu meseleleri konuşmak tartışmak olacak iş mi? Onlar ikna edilmez. Onlar öteki, halledilmesi, tasfiye edilmesi gereken taraftırlar.

Siyasi partilerle konuşmak bir adım gerileme zorunluluğundan doğmuştur. HDP’nin de muhatap alınması, eh ne yapsınlar, bu da sınırlı olmak, kısa sürmek kaydıyla bir adım gerinin icabıdır.

Bir adım geri çekildiler, şimdi iki adım ileri gidebilirler mi?

Muhalifliğin nesnel temeli

Öyle anlaşılıyor ki reformcu siyasi partiler artık siyasetten uzak duruyorlar, demokratik kitle örgütleri ise partilerin en önemli işlevlerini üstlenmek zorunda kaldılar. Geçmişte zaman zaman reformcu ya da devrimci siyaset öne çıkmış, demokratik kitle örgütlerini halkın örgütlenme yöntemi olarak görmeyi başarmışsa da, bu durum hem egemenlerin saldırısı hem iç tartışmalar nedeniyle süreklilik kazanamamıştı. Şimdi de demokratik kitle örgütleri kendi varlıklarını korumak için siyasetin önüne geçmek durumunda kalıyorlar.

Neden Türkiye’de demokratik kitle örgütleri başka ülkelerdeki sivil toplum kuruluşlarından, sendika ve lobi örgütlerinden farklıdır? Bu sorunun kısa yanıtı öteki ülkelerde benzer örgütlerin sistem içinde belli ilgilerin temsilcileri olarak kabul edilmiş bir konuma, “üyelerin dileklerini devlete iletmekle sınırlandırılmış bir statüye” sahip olmalarıdır. Fransa, Almanya gibi mücadele birikimi zengin ülkelerde bile “onaylı bir statüye” sahip olmak artık belirleyicidir. Türkiye ise farklıdır; sistem kuruluştan itibaren kitle örgütlerini düşman olarak görmüş, halk kesimlerini kendi kurduğu “sarı”larla yönetmeyi seçmiştir. Türkiye tartışmanın T’sine bile tahammül edemeyen hırslı, otorite eğilimini seçimin ertesi günü gösteren ve uygulamaya geçen hükümetlerce yönetildi. Ama Türkiye’deki ekonomik sosyal politik durum işte bu istekle uyuşmuyor. Demokratik kitle örgütlerini tüm halkın sorunlarıyla ilişkilendiren gerçek budur.

Laikliğe ne oldu?

Düzen partilerinin tutumları, gelecek planları ise verili, değişmez kabul edilmiş siyasi yapı tarafından belirleniyor. Verili siyasal yapı devlet, daha somut olmak üzere derin ya da sığ bürokratik yapı, siyasal gelenek ve reflekslerce yönlendiriliyor. Yine de kendi hedefleri doğrultusunda bu yapı ile karşılaşmak, onunla hesaplaşmak, sınırları zorlamak, devletin katı yapısını daha da katılaştırmak isteyen otoriter eğilimlerle savaşmak zorundalar. Ana muhalefet partisinin nasıl bir politika izlemek istediğini bilemiyoruz. İpuçları karamsar sonuçlara götürüyor. Bu konunun turnusol kâğıdının laiklikle ilgili tutum olduğu söylenebilir. AKP iktidara geldiği günden bu yana Türkiye’de laiklik tanımı üzerinde sıkı, etkin bir baskı uyguladı. Laiklik akılcılığı, aklın özgürlüğünü ifade eden bir kavram olmaktan çıkartıldı. Önce din devlet ilişkisine, sonra da din vicdan özgürlüğüne indirgendi. Yadırgatıcı olan ana muhalefetin aklın özgürlüğüne alan tanımayan dinsel bakış açısını itirazsız kabul etmesi oldu.

Giderek ana muhalefete sağ söylemle sağda olduğu varsayılan seçmeni kazanmak isteğinin belirlediği bir politika egemen oldu. Bu hem işlemeyen temsili demokrasiye güvenen, demokrasinin seçim dışında olanaklarını ciddiye almayan bir yaklaşımdır, hem de kitleleri kendi çizgisine kazanmak yerine kitlelerin varlığı kuşkulu geri çizgisini kabul ederek kendisinden vazgeçmektir.

Öteki düzen partilerinin durumu da içinde bulunduğumuz koşullarda önem taşıyor. İktidar partisinden ayrılan bu partilerin liderleri geçmişte önemli konumlarda bulundukları için koptukları partiyi iyi tanıyan kişilerdir. Geleceklerini oy beklentilerine değil, iktidar partisinin dağılması ihtimaline bağladıkları anlaşılıyor.

Her iki partinin de ekonomide neoliberal politikalardan farklı bir programları yoktur. Bu nedenle de “biliyoruz, düzeltiriz”le yetiniyorlar. Toplumdaki hoşnutsuzluğun nedeninin otoriter rejim ve aşırıya kaçmış İslamcı söylem olduğu kanısındalar; bu nedenle AKP’nin takiye yöntemini daha ustaca kullanmak gibi bir eğilimleri var. Bu türden bir tutum ana muhalefet ile bir diyalog kapısını açacak, yükselen sol muhalefetin -ki yükseleceği kesindir, itirazlarını nötralize edebilecektir. Bu politikalarının gereği, uzantısı olarak demokratik kitle örgütleriyle iyi ilişkiler kurma eğilimindeler. Baro direnişini destekleme gösterileri bunun kanıtı sayılabilir.

***

Bir adım geri iki adım ileri: Şimdi kısa bir ara, bir sessizlik beklenebilir. Bu yeni projelerin hazırlanmayacağı, örgütlü militanların ve etkin lobilerin faaliyetlerinin azalacağı anlamına gelmiyor ama ana muhalefet oyalanabilir, umutlanabilir. Kaotik bir dönem bizi bekliyor. İhbarcı lobiler, dili kemiksiz siyaset iş başındadır. Marx Alman İdeoloisi’nde “Dil bilinç kadar eskidir” diye yazmıştı. “Bilinç gibi öteki insanlarla ilişki kurma ihtiyacından ve zorunluluğundan doğar” diye de eklemişti. Gerçekleri çarpıtmakta ya da açığa çıkartmakta dilin ve bilincin gücü inkar edilebilir mi?

Yalanların ve gerçeklerin böyle bir meydan savaşına giriştiği bir dönem görmedim ben, siz gördünüz mü?