Aynı gezegende geçen iki bilim kurgu dizisi her ne kadar farklı tonlarda dünyalar kursalar da dertleri akraba. Yabancılaşma içerisindeki insanlığın varoluşunu devam ettirebilmesi için hangi değerleri koruması gerektiği.

İki bilim kurgu iki cehennem

Bu hafta, mahrum kalmamanız için biri yeni başlayan ve haftalık yayınlanacak olan Dünyaya Düşen Adam isimli diziden ve bu ay sezon finalini gerçekleştiren Severance dizisinden bahsetmek isterim.

DİNAMİK KURGU ÇEKİCİ DİYALOG

Sinema klasiği olarak anılan, Walter Tevis’in 1963 tarihli romanından Nicolas Roeg tarafından sanatsal bilim kurgu olarak uyarlanan “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell To Earth) filmini hatırlarsınız. David Bowie’nin canlandırdığı ikonik uzaylı karakteri Thomas Jerome Newton kuraklıktan harap olan gezegenine su bulup geri götürmek amacıyla gezegenimize gelmişti. İşte bu kült filmin devamı niteliğinde olan, Showtime’ın «Dünyaya Düşen Adam” isimli yeni bilim kurgu dizisi başladı. Dizi, Nicolas Roeg’un filminin bittiği yerden kırkbeş sene sonrasından hikâyeyi iddialı bir şekilde ele alarak devam ettiren kaliteli bir yapım.

iki-bilim-kurgu-iki-cehennem-1009813-1.

Dinamik kurgusu olan ve ilgi çekici diyaloglarla ilk sahnesini açan dizide, bu sefer uzaylı Faraday’in (Chiwetel Ejiofor) hikâyesini izliyoruz. Geniş bir oditoryumda büyük bir kalabalığa seslenişi ile tanıştığımız bu karakter “Ben bir göçmenim. Bir mülteciyim. Hayatta kalmak için, benim yeniden doğmam gerekti…” gibi, bir anlamda bugüne de temas eden güçlü sözleri ile ilk saniyede dikkatini hapsediyor seyircinin. Konuşma yaptığı sırada kendisinin o noktaya, o ana nasıl geldiğini anlatmaya başlaması ile Faraday’in dünyaya ilk geliş anına geri dönüyor hikâye kurgusu. İnsan kılıklı uzaylının dünyaya geliş şekli kült filmdekinden biraz farklı. Şöyle ki, filmde Newton Kentucky gölüne zorunlu iniş yapmıştı, Faraday Yeni Meksika çölüne. Newton, İngiliz aksanlı ve stil sahibi bir şekilde giyinik olarak melankolik bir havası içerisindeydi, Newton tüm bunların aksine, insan dillerini bilmez, insan gibi yürümekte bile zorlanan ve tamamen çıplak bir şekilde. Ancak 1976 filmi ile bu 2022 dizisinin arasındaki bağlantının ortaya güçlü olduğu da aşikâr.

Peki, ne beklemek gerekli bu bilim kurgu dizisinden? Bilim kurgu türü, insanlığın varoluşunu devam ettirebilmesi için bazı değerleri ana teması olarak belirler. Günümüzün çevresel yıkım, iklim krizi ve göçmen, mülteci konularını tema olarak belirlediğinin ipuçlarını verdiğini düşünüyorum dizinin. Aynı zamanda hikâyesinin, yabancılaşma duygusunu da vurgalayan alegorik özelliklere sahip olduğu şimdiden gözükmekte. Göze hitap etmesi beklenen bilim kurgu yapımları için, geleceğin endüstriyel tasarımını nasıl gördükleri ayrı bir önem taşır. Şimdilik bu konuda pek bir şey göremedik ama beklentim yüksek. Ayrıca bilim kurgularda Jung’un ortaya atmış olduğu kişilik arketiplerinin kullanımıyla nasıl karakterler tasarlandığını da merak unsurudur. Dizinin yaratıcısının ‘Hollywood’un gizli silahı’ olarak tanınan Alexander Hilary Kurtzman olması tüm bu meraklarımı iyice kabartıyor. Kendisini Star Trek, Transformers ve The Amazing Spider-Man 2, The Island, The Mummy filmlerinden tanıyoruz. Sonuç olarak, Bein Connect’te dünya ile eş zamanlı başlayan dizinin ilk bölüm itibarıyla, Chiwetel Ejiofor ve Naomie Harris’in izlemesi keyifli performansları, eğlenceli ve dinamik yapısı, iyi senaryosu ve orijinal olma potansiyeli ile seyirciyi yakalayabildiğini düşünüyorum.

PSİKOLOJİK GERİLİM DERİN KARA KOMEDİ

Nisan ayında sezon finalini yapan ve gözden kaçırmanızı hiç istemediğim Apple TV+ ‘nin “Severance” dizisini izlediğimde aklımdan geçenleri yazmak istedim kısaca. Bu bilim kurgu dizisi aynı zamanda psikolojik gerilim ve derin-kara komedi. Hikayesi oldukça tuhaf, Lumon Industries isimli bir şirket, çalışanlarının beynine ‘ayrıştırma’ çipi koyuyor ve bu çip sayesinde çalışanlar işteyken dış dünya ile ilgili hiçbir şey hatırlamıyor, dış dünyada da işe dair hiçbir şey hatırlamıyor. İş hayatının bireyin yaşam süresinin çoğunu kapsaması acıklı. Hayatı her yönüyle sorgulayan ve yabancılaşmayı son derece özgün tarzıyla seyirciye sunan auteur yönetmenlerden Roy Andersson’ın teatral tarzdaki filmlerini izlediyseniz bu diziyle arasındaki kan bağını da anlayabilirsiniz. Hayatını yaşayabilme özgürlüğü sadece seçeneklere bağlanan bireyin kendine yabancılaşması ise kaçınılmaz. Bu yabancılaşma aynı zamanda bireyi, iş hayatında gösterdiği emeğine de yabancılaştırmakta. Bu döngü içerisinde iş yerinde ve toplumsal yaşamında makineleşen insanın ‘kapitalist özgürlüğü’ emeğine ipotekli hayatında hem tüketici hem de köle olduğunu fark etmesi ise en acıklı uyanış. Severance dizisinde sanat yönetiminin, sonsuzluğa açılan ama aynı zamanda klostrofobik olan mekânlar tasarımı ile deadpan oyunculuklar çok başarılı. Sembolik alan ve gerçek alan arasında kurulan psikolojik ve sosyal içerikli distopik hikâyesi ise oldukça ilginç. Bir göz atın derim.