Louis’nin romanda bahsettiği gibi, burjuva kültürü insana öncelikle vücudunu nasıl kontrol edeceğini öğretir. Édouard’ın karşılaştığı bu yepyeni dünyanın bir parçası olabilmesi ancak sancılı bir dönüşüm ile mümkündür.

İki Fransız romanı üzerinden sınıf atlama meselesini düşünmek

İlker Kocael

Fransa’nın güneyinde toplu konutlarda ikamet eden yoksul ve göçmen bir aileye mensup Nesrine Slaoui, toplumun ona biçtiği rolü nazikçe reddeder ve yıllardır hayalini kurduğu siyaset okulu Sciences Po’ya kabul alır. Okulun ilk günü herkes beceriksizce arkadaş gruplarını oluşturmaya çalışırken Nesrine gözüne kestirdiği bir gruba yanaşır, sohbetlerine dahil olur. Yeni oluşturulan bu grubun taze mensubu Jean, Nesrine’e bakıp şöyle der: “Nesrine, kız kardeşimin hakkını sen aldın.” Jean’ın bunu oradaki herhangi bir kişiye değil de Nesrine’e söylemesi manidardır, çünkü bu okulun Paris’in köklü burjuva ailelerinden birine mensup, varlıklı öğrenci profilinden sapma gösteren Nesrine’dir. Normalde Jean’ın kriterleri fazlasıyla karşılayan kız kardeşi Sciences Po’ya girecektir ama işte Nesrine gibi toplumsal rollere uygun davranmayanlar yüzünden hakiki bir burjuva yerine Mağripli yoksul bir genç okula hasbelkader kabul edilmiştir. Uzun lafın kısası, ayaklar baş olmuştur.


Bu hikâye, yakın zamanda ilk romanını yayımlayan genç gazeteci Nesrine Slaoui’nin Illégitimes (“Gayrimeşrular”) başlıklı otobiyografik-toplumsal anlatısından. Son dönemlerde Fransız romanında öne çıkan bu tür, özellikle sınıf atlayan kişilerin bu süreçte yaşadığı zorlukları ve maruz kaldığı ekonomik ve sembolik şiddeti tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Daha önce Édouard Louis’nin benzer dertlerle kaleme aldığı Babamı Kim Öldürdü ve Eddy’nin Sonu kitaplarını yine bu köşede ele almıştım. Bugün ise Slaoui’nin henüz Türkçeye kazandırılmamış “Gayrimeşrular” kitabı ile yine Louis’nin Türkçeye kazandırılmak üzere olduğu müjdesini aldığım Changer: Méthode (“Değişmek: Yöntem”) kitabından bahsedeceğim.

Öncelikle şu soruyu soralım: Bu otobiyografik/toplumsal romanlar neden önemli? Çünkü bu anlatılar “fırsat eşitliğine” dayalı hâkim burjuva söyleminin altını oyuyor. Özellikle Fransız cumhuriyetçi geleneğinin en fazla değer verdiği kavramlardan biri eşitlik. Tabii neoliberal düzenlerde eşitliği ancak anayasa metinlerinde ve hâkim burjuva söyleminin Platonca tabiriyle “soylu yalanında” bulabiliyoruz. Ne de olsa sistemin devamı için herkesin bu soylu yalana inanması gerekiyor: “Fırsat eşitliği, Fransa’nın -buraya herhangi başka bir ülke de gelebilir, fark etmez- temel değerlerinden biridir. Öyle ki; ekonomik durumunuz, kökeniniz, mensup olduğunuz aile ne olursa olsun Cumhuriyet’in parasız okullarında başarılı olup büyük işler başarmanız mümkündür. Artık ayrıcalıklıların üstünlüğü dönemi kapanmıştır.”

Taşralı yoksul bir aileden gelen Édouard Louis ile yine taşralı göçmen bir aileye mensup Nesrine Slaoui’nin Fransa’nın en iyi okullarında eğitim görmüş olmaları bu fırsat eşitliğinin tam da canlı birer örneği değil mi? Yüzeysel bir bakışla belki evet, ama iki yazarın otobiyografik anlatılarına baktığımızda gerçeğin görünenden çok daha karmaşık olduğunu anlıyoruz.

İki yazarın da romanlarında sosyolog Pierre Bourdieu’yü anmaları boşuna değil: Fransız sosyolog, 20. yüzyıl Fransa’sında fırsat eşitliği söyleminin neredeyse iyi bir dilekten ibaret olduğunu göstermişti. Egemen sınıfın toplumsal tahakkümü konusunda, Marksistlerin ekonominin belirleyiciliği iddiasına Bourdieu yeni boyutlar eklemiş ve ekonomik sermaye kadar kültürel ve sosyal sermayenin de belirleyici olduğunu öne sürmüştü. Sözgelimi, yoksul ve eğitim seviyesi nispeten düşük bir ailede yetişen gencin sözde fırsat eşitliğinden faydalanarak hâkim sınıfa dahil olması ihtimali nedir? Bu ihtimalin yolunu tıkayan en önemli faktör şüphesiz ailenin ekonomik sermayesi ile yakından ilişkili: Okul araç gereçlerinin temin edilememesinden çocuğun iyi beslenmesinin olanaksızlığına, evde yeterli çalışma alanının bulunmamasından maddi yetersizliğin çocuk üzerinde yaratacağı psikolojik sorunlara kadar çocuğun okulda başarısız olmasında etkili olabilecek ekonomik sermayeye dair birçok unsur saymak mümkün. Ancak Bourdieu’ye göre mesele burada bitmiyor, zira ekonomik sermayenin yanında kültürel ve sosyal sermaye de sınıflar arasındaki çizgileri daha belirgin bir biçimde vurgulamaya yol açıyor.

Édouard Louis, “Değişmek: Yöntem” kitabında, toplumun dezavantajlı kesiminde büyüyen bir çocuğun hâkim sınıfa dahil olma yolunda nasıl değişmek zorunda kaldığını, ne tür ödünler verdiğini ve nihayetinde tüm bunlar olup bittikten sonra geriye dönüp baktığında bu sürece dair ne hissettiğini anlatıyor. Édouard, yoksul bir ailenin eşcinsel oğlu olarak küçük bir kasabada kapana kısılmıştır. Liseyi okumak için daha büyük bir şehir olan Amiens’e gider; ailesinden, yoksulluktan ve kasabada uğradığı zorbalıklardan uzakta bir hayat kurmanın peşindedir. Küçük işler yaparak güç bela hayatını kazansa da Bourdieu’nün bahsettiği kültürel sermaye karşısına engel olarak çıkar. Mesela tüm okul arkadaşlarının evlerinde kütüphane vardır, bu çocuklar ailelerinin yönlendirmesiyle Édouard’ın daha önce hiç duymadığı birçok kitabı hayatlarının doğal akışında okumuşlardır.

Daha da önemlisi Édouard’ın aksine bu gençler küçüklüklerinden itibaren aileleriyle birlikte sıkça gittikleri restoranlarda, tiyatrolarda, operalarda, klasik müzik konserlerinde nasıl davranacaklarını çok iyi biliyordur. Louis’nin romanda bahsettiği gibi, burjuva kültürü insana öncelikle vücudunu nasıl kontrol edeceğini öğretir. Édouard’ın karşılaştığı bu yepyeni dünyanın bir parçası olabilmesi ancak sancılı bir dönüşüm ile mümkündür: Fiziksel değişimin yanı sıra (dişlerini ve burnunu yaptırır, kıyafetlerini değiştirir) hâl ve hareketlerine dikkat etmeyi de içeren bir dönüşümdür bu: Artık ailesinden gördüğü gibi kaba saba laflar etmeyecek, aksanını gizleyecek, büyük hareketlerde bulunmayacak, ses tonunu kontrol edecek, sesli kahkahalar atmayacak, hülasa daha “rafine” bir kalıba girecektir. Tabii hâkim sınıfın çocukları bunları doğal biçimde yaparken, Édouard ailesinden ve geçmişinden utanarak hatta onları hor görerek bu değişim sürecinden geçer.

Nesrine Slaoui’nin otobiyografik romanı “Gayrimeşrular”daki Nesrine karakteri de benzer zorluklarla karşılaşır. Duvar ustası bir babaya, temizlikçi bir anneye sahip Nesrine; ülkenin en prestijli okullarından birinde okur. Ekonomik sermaye burada da bir engel olarak karşımıza çıkar ancak meseleyi daha da karmaşık hale getiren şey, Bourdieu’nün kültürel sermayesi ve burjuva kültürüne içkin ırkçı tavırlar olur. Édouard’ın etrafındaki arkadaşlarını yakalamak için hem çalışıp hem de sabahtan akşama kadar durmaksızın kitap okuması gibi, Nesrine’in de ekstra çaba harcayarak burjuva kültürüne adapte olması gerekir. Bir röportajında bahsettiği üzere aslında Nesrine genel kültür alanında zayıf değildir. Rap müziğe ilgisi vardır, Arapça ve Fransızcayı anadili seviyesinde konuşabiliyordur. Ama işte bu kültür, burjuva kültürünün perspektifinden “doğru” kültür değildir. Bu yüzden Nesrine, adaptasyon sürecinin bir parçası olarak kendini burjuva kültüründe değer gören daha “rafine” alanlara yönelmek zorunda hisseder.

Tabii bu değişim sonucunda Nesrine artık eski Nesrine olmadığı gibi, uyum sağlamaya çalıştığı çevrede de kabul görmekte zorlanır. Fransızların “Arap” kelimesini deforme ederek Fransa’da doğan Mağriplileri damgalamak için kullandıkları “beur” kelimesinin kadınlar için kullanılan versiyonu “beurette”tir. Ne yaparsa yapsın Nesrine “gerçek Sciences Po’luların” gözünde bir “beurette” olmaktan kurtulamayacaktır. Slaoui’nin romanında, bu ırkçı kelimenin Arap kadınlarını nasıl cinsel bir objeye dönüştürdüğünü ve Arap kadınları damgalamak için ne şekillerde kullanıldığını etraflıca okuyoruz.

Her iki kitap da mütevazı sosyoekonomik kökenlerine rağmen burjuva toplumu kriterlerine göre başarılı olabilmiş karakterlerin çetin yolculuğunu anlatıyor. Bu yolculukların anlattığı en önemli şey, “Çalışan kazanır” tespitinin altının pek de dolu olmadığı gerçeği. Her iki yazarın da vurguladığı gibi; bu hikâyeler sistemin en altından en üstüne doğru yol almanın mümkün olduğunu anlatmaktan daha ziyade bunun ne kadar mümkün olmadığını anlatıyor. Çünkü Louis’nin ve Slaoui’nin karakterleri, ailelerinin kuşaktan kuşağa devam eden yoksulluk yazgısından kaçmayı başaran çok küçük istisnai bir azınlığı temsil ediyorlar. Hem de dönüşüm çabalarına rağmen Bourdieu’nün kültürel ve sosyal sermaye diye adlandırdığı sermayelere sahip olmadıkları için dahil olmak istedikleri çevrelerde kabul görmekte büyük güçlük çekiyorlar.