Aydın olmanın bir sınavı yok. Ehliyet sorulmaz. “Herkes bir gün on beş dakikalığına şöhret olacak” diyen Andy Warhol’un işaret ettiği günlerdeyiz. Fikir adamlığı, yerini ilgi çekici tekerlemelere bırakmış. Peki gücün, güçlünün yanında durarak aydın olunabilir mi?

iki-kadeh-rakinin-bir-omurluk-hatri-84736-1.

İki seçenek arasında sıkışıp kalıyor insan; ya bağırıp haykırıp üstüne deli gömleği giyerek sokaklara dalacaksın, o ikiyüzlü büyük kalabalığa kendini göstereceksin ya da kenara çekilip sanılandan çok daha derin, neredeyse ölüme eş bir sessizlik içinde beklemeye koyulacaksın. Önünden akıp giden kişilere, olaylara, tuhaflıklara bakarak sabretmeyi öğreneceksin.
Bazı zaman açıklanamaz bir yaşam sevincinin içe doğması anlaşılır değildir elbet. Tıpkı derin bir karamsarlığın içinde neredeyse boğulur gibi debelenmek gibi. Yine de vazgeçmez insan yaşamdan. Oysa çekip gitmek diye bir seçenek hep vardır.
Aydın Boysan, Ali Sirmen, ben ve Orhan Gökdemir deniz kenarında, güzel bir balıkçı meyhanesinde rakıları yudumlamaya başlamıştık. Kalkan zamanıydı. İstanbul’un hem içinde, hem dışındaydık. Aydın Abi yüz yıla yakın bir süreci yaşamanın bilgeliğiyle bakıyordu etrafa. Şaşırmadan izlemeyi öğrenmiş, uzun bir ömür sürmenin getirdiği demlenmiş, arı bir düşünme biçimine erişmişti. Yüzünde içten, biraz hınzır gülümseme eksik olmuyor, bizim tarih olarak bildiğimiz kimi dönemeçlerden söz açarken, kendi yaşantısından örnekler verdikçe bizi de güldürüyordu. Osmanlı’nın son dönemi, Cumhuriyet’in kuruluşu, mübadele, 6-7 Eylül olayları, darbeler, karşı devrim süreçleri, darağacına götürülen devrimciler derken, koca bir yaşantıya tanıktık.
İçimizde büyüyen yalnızlığa, yabancılığa karşın iki kadeh yuvarlamanın sevinci ve yatıştırıcı etkisiyle söyleşiyorduk. ‘İnsan bir yurdu niçin sever?’ sorusuna yanıttı halimiz. Aydın Abi İstanbul’du benim için. Samatya’da geçen çocukluğun ardından, bu kente bir mimar olarak biçim vermiş, geç yaşında, beklenmeyen bir tazelikte yazılar kaleme almış, her gün yazıya sığınarak, gülümseyerek devam etmişti demlenmeye. Kışın azgınca kıyıya bir tokat gibi çarpan Karadeniz kıyısındaydık. Boğazın balıklarıyla tatlanıyordu masamız, en önemlisi içki bahaneydi dostlar arasındaydık. Bu memleketin insanıydık işte. Meyhaneler övülmeye değer yerler, hep buna inanırım.

iki-kadeh-rakinin-bir-omurluk-hatri-84737-1.

Devletten alacaklı oldu
Ali Sirmen’in ince mizah duygusuyla yönlenen yazılarını okurdum zaten. Dostluğumuzdan bu yana, o zarif ironiyi sohbetlerde de fark ettim. Yaşamı alaya alan adamların sadeliği, kendi dahil, herkesle ve her şeyle gırgır geçebilme becerisi masamızı şenlendiriyor, tahlilleri ağlanacak halimize gülmemize neden oluyordu. İnsan hakları savunucusu olma bedelini darbe mahkemelerinde yargılanarak ve adı bile alaysı olan “Barış Derneği Davası” sanığı olarak ödüyordu. Yıllarca hapis yatmış, sonunda devletten alacaklı olarak beraat etmişti. Bedel ödemek üstüne tek söz ettiğini duymadım. Abartılı herhangi bir tavrını görmedim. Yazdığı gazetenin adı Cumhuriyet, yaşadığı ülkenin yönetim şekli cumhuriyet, “geride sade adı kaldı yadigâr” diyecek denli hınzır bir cumhuriyetçi olarak konuşuyordu. Darbe mahpuslarını, birlikte konakladığı kişilerin kimliğinden ötürü üniversite olarak gören, oralardan “Kelepçeli Yazılar” üreten biri işte…

Suç aleti bir kalem
Orhan Gökdemir başka telden çalan bir dost. İşçi anasının emeğiyle, Karadeniz’de büyümüş, toprağın dilini öğrenmiş, ardından İstanbul göçmeni olmuş bir kavga ve yazı adamı. Solculuk kafasına girdi gireli iflah olmaz bir hal almış. Darbe mahkemelerinde o da sanık olmuş. Bir yazısında ‘Kürt’ dediği için yargılanmaya başlamış. O ‘Kürt’ demeye devam etmiş, darbeciler de ceza kesmeye. Mahkûmiyetler, bağlamalı mahpus günleri… Dışarı çıkınca yazmaya devam. Faili meçhullerle ilgili ilk kitap onun. 28 Şubat’ta kapı önüne konan ve asker düşmanı diye damgalanan bir gazeteci. Edebiyatsever. İyi rakı içer. Devletle başı hoş değildir. Kitapları mahkemelerde. Suç aleti kalemi…

Aydın Abi o gün, her zaman yaptığı biçimde ‘Nasıl rakı içilir?’ sorusuna yanıt veriyor. Buz koymayacaksın, diyor, genzinden ağırca akıtacaksın mideye, sonra hafif dans eder gibi oynatacaksın gövdeni ki, her organ faydalansın nimetten! Bir ara daldığımı anımsıyorum. Denize dolu dolu baktığımı, göğün hafif karanlığa kaydığını, içimin ürperdiğini… Güzel insanlar içinde olmaktan mutlu, kıyasıya yabanıl bir ruh halindeydim.

Güzel insanları tanımak talihtir. Toplum önünde olan, kavgalara girişen, yazan, çizen, düşünen adamları/kadınları yüz yüze tanımak büyük keyif. Ucuz ünlenme çağında, içeriği ne olursa olsun adının duyulması, çehresinin bilinmesi için kırk takla atan, türlü şaklabanlıklar yapanlar arasında, hâlâ arı biçimde varlığını koruyan, haysiyetine düşkün kişileri seçmek artık beceri oldu. Bilginin bir tabanca haline geldiği, kanı kirletmek için kullanıldığı dönemde, yanımızdan vızır vızır seken kurşunlardan sıyrılmak kolay değil. Tetikçilik eden onlarcası ortada, bildiğimiz soytarı imgesine rahmet okutur biçimde dolanıyor. Her çağın bir ruhu olduğunu biliyoruz da, buncası fena!

iki-kadeh-rakinin-bir-omurluk-hatri-84738-1.

Bedenini siper etti
Server Tanilli’yi dünya gözüyle gördüm, söyleştim. Uzak bir memlekette yaşadığı için yolumuz pek kesişmedi. Ama 1 Mayıs 2010 günü tüm barikatları yıkarak, elinde işçi bayrağını, özgürlük anıtı olarak dalgalandırdığı gün oradaydım. Tanklara, toplara, tüfeklere tekerlekli sandalyesiyle yanıt verdiği o görkemli gün… 77’de kan gölüne dönen Taksim’e giriyordu. Haysiyetini, fikrini koruyan insanların kendinden emin inadıydı gördüğüm. Bedenini faşist saldırılara siper etmiş biri. Geleceği kurşunlanmış, yurdundan sürgün edilmiş, ama inadına direnmiş işte. Bu bir soy meselesi. Can Yücel, “Bölüneceksek bölünelim; alçaklar ve namuslular olarak” demiş, boşuna değil.

Dalkavukluk etmek bir tercihtir. Kolay karar verilmese gerek bunun için. Kendini önemli saymak, bir değer biçmek, görünür olup ün elde etmek için düşülen bir kötü yoldur. Kurnazlık gerektirir. Bacon; “Kurnazlık, aşağılık ya da çarpık türden bir bilgeliktir” diye yazmış. Bilge kişiyle, kurnaz arasında yetenek bakımından ayrım olduğuna işaret etmiş. Bir işten anlamak ayrı şey, insandan anlamak ayrı, diye eklemiş. İş dediği yolunu bulmak, iş bilmek, iş bitirmek… Dalkavukluk etmek için ilkin kendinden vazgeçmek gerekir. Ağdalı övgü sözleri bilmek, bunu uygun ortamda dile getirmek. Artık modern çağın aygıtları üzerinden yapılması makbul bunun… Eğer hükümdarın yanı başında durup kulağına ‘Padişahım çok yaşa’ derseniz pek kıymetli değil. Esas olarak televizyondan haykırmak gerekir bu sözleri. Güzellemeler yapmak, her koşulda gövdeyi siper etmek iktidara, en aşağılık tartışmalarda taraf olmak ve elbette gerçeği sürekli çarpıtmak!

Aydın olmak kolay değil
Aydın olmanın bir sınavı yok. Ehliyet sorulmaz. Gelgelelim aydın olma kavgasının bir tarihi var. O örneklere bakarak yönümüzü bulmamız mümkün. Sürekli gücün, güçlünün yanında durarak aydın olunabilir mi? Daha yola koyulduğun an, karşında koca dağlar, duvarlar, soğuk mahpuslar, zehirli zindanlar, yılanlar, çıyanlar, acılar var… Hem her dönemin adamı olup hem gücün getirdiği o konfora iman ederek aydın olunamaz. Teraziyi yerinde tutmak için biraz Sartre olmak gerek. Hugo… Sabahattin Ali’ye bakmak lazım… Orhan Kemal’in izini sürmek… Kerim Korcan’ı bilmek gerek… Hikmet Kıvılcımlı gibi hissetmek… Hasan Hüseyince “Acıyı Bal Eylemek” cesareti ister bazen… Üstelik tüm bunları yaparken seni seven, senin yanında olan bir halk yoktur. Bile bile düşersin yola…

Bertram D. Wolfe “Devrim Yapan Üç Adam”da anlatır Rusya’nın halini…
“Kimi avukattı, ama hiç dava almazdı; kimi öğretmendi, ama okulu yoktu; kimi yüksek teoloji okumuştu ama kilisesi yoktu; kimi kimyacıydı, ama laboratuvarı yoktu; kimi teknisyen, mühendisti, ama kendilerine bir sanayi yoktu; kimi gazeteciydi, ama halkoyu olmayan bir ülkenin gazetecisi; kimi eğitimci, ama görevsiz; kimi politikacı, ama partisiz; kimi sosyolog ve devlet yönetimi okumuş, ama ne onlar devlete bağlıydı, ne de halk onları ciddiye alıyordu. Gelmek bilmeyen, doğmak bilmeyen yeni bir dünyanın hizmetine koşulmayı bekliyorlardı ama kendilerine zırnık kadar ihtiyacı olmayan bir halka hizmet etmek çabasındalardı. Çökmeye başlamış bulunan feodal düzende ne sevecek bir şey, ne de umut buluyorlardı; kaba, ürkek ve beceriksiz olan ticaret burjuvasının dünyasından ise ne bir ekonomik destek, ne de bir heves uyandıracak ilgi buluyorlardı; kış uykusunu sürdüren halktan ise hiçbir yankı bulamıyorlar ve boş yere ‘hıçkırıklar’ içinde hüzünleniyorlardı. Günün ‘kara somunu’ için istemeye istemeye bir iş tutsalar bile, kalpleri geleceğin dünyasına hizmet için sabırsızlanıyordu. Yaşamlarının; güne gün katarak yaşamalarının biricik nedeni gelecek yenidünyaydı ve hayallerdeki Rusya’da, olacak ve olmayacak ne varsa gerçekleşmiş gibi görünüyordu gözlerine.”

İnsan müsveddeleri…
“Herkes bir gün on beş dakikalığına şöhret olacak” diyen Andy Warhol’un işaret ettiği günlerdeyiz. Fikir adamlığı, yerini ilgi çekici tekerlemelere bırakmış. Havada uçuşan görüntülerden hangisini takip edeceğini, kimin izini sürüp kime inanacağını bilmeyen koca bir topluluk halinde savruluyoruz.

‘Gündem’ denilen, hava gibi, bir türlü ele avuca gelmeyen, habire değişen sanal bir olgunun peşindeyiz. Dışında kalsan bir türlü, kılıcı çekip içine dalsan bir türlü… Nazlanmak, şikâyet etmek üstüne de düşünmek gerek belki. Ya da inatla, dirençle bildiğini söylemek…

Dostlar arasında olmak güzel. İkircikli, kimi zaman umutsuz ve tedirgin ruhu onarmaya yarar onlar. Bir kahvenin kırk yıl hatrı olur da keyifle içilen rakının olmaz mı?

Aydınların farkında değildir çoğu zaman o büyük kalabalık. Beklentisi de yoktur. Dertlenir durur kendince, gamlı baykuş gibi. Sahiden öyle midir? Dolu dolu yazılan iki dizenin, yaşamın ahengine hiç mi katkısı olmaz? İleri doğru gittiğimize dair bir belirti yok elimizde. Denize bakmak güzel… Aydın Abi yazmaya devam ediyor… Ali Sirmen bildiğini söylemeye devam ediyor. Orhan’la yine kovulduk... Kalem elimizde…
İnsan müsveddeleri her yanda…
Sarılmak gerek dostlara!