Hayır, bir eleştiri yok. Olan şey bir tamamlama, bir tanımlama bile değil. Beceriksizlik beceriksizlikle tamamlanıyor. Peki bu yine de bir ‘olabilirlik’ yaratıyor mu?

İki taraf

Aslında herhangi bir başlık hakkında nereden yazmaya başlayacağımızı kestiremediğimiz bir dönemden geçiyoruz. Bu tuhaf durumun nedeni her ne kadar basit olsa da, asıl zorluk bu basitliği anlıyor ve kabul ediyor oluşumuzda gizli. Gerek dünyada gerek ülkemizde şeylerin toplumla birlikte ilerlemeyi bıraktığı görülüyor; internet kayıt altına alarak unutturan bir yöntem izliyor, bu bir bağ kopması yaratıyor ve hızla yayılan her şey hızla kayboluyor. Dolayısıyla gerçek bir etkileşim yok şeylerle toplum arasında; yalnızca kaotik bir hazzın ürünleri, aidiyetleri, törenleri, töreleri, kuralları, iyileri, kötüleri ve bütün bunların sonsuzluğu çaresizliğe büken anlam kümeleri var. Hal böyle olunca bir pratik olarak şeyleri tanımlamakta zorluk çekiliyor. Onlarla ilgili referanslar ne denli köklü olursa olsun, referanslarını, kaynaklarını yıkan birer oluşum olarak şeyler giderek soyutlaşıyor. Bu soyutlaşmanın gelip dayandığı nokta sürekli genleşen bir hiçlikten ibaret. İnsan özne ister istemez bilgi yöntemlerini değiştirmek zorunda kalıyor, çoğu kez bilinçsizce yapıyor bunu. Hiçlik öylesine eritici bir güce sahip ki suyla temas eden şeker gibi ele alınan her şey henüz tanımlanmaya, dolayısıyla hakkında gereğince konuşulmaya fırsat olmadan eriyor. Şimdinin eleştirisini zayıf kılan şey de tam olarak bu. Hız, kuşkusuz şeyleri değersizleştirdiği gibi onlar hakkında olanı da değersizleştiriyor.

Şiirin ve eleştirinin yan yana geldiklerinde, kendileri dışında bir merkeze ihtiyaç duymaları da kıramıyor bu durumu. Çünkü şeyler öyle kolay biçim değiştirebiliyorlar ki karşıt algıların içerikleri, birikimleri birbirlerini övmek ya yermek adına kullanılabiliyor. Geriye kalan bir değerlendirme ölçütü olarak yalnızca benlik; tartışmanın, bir fikri ilerletmenin, gereğince bir söylem üretmenin yani olması gerekenin yerini, herkesin kendine evirdiği bir tarihsel dizge alıyor. Kişisel anlaşmazlığa indirgenen yapı ya da anlam problemlerinde, yukarıdaki paragrafın söylemek istediği şey oluşuyor ve herhangi biri olmayı etkili bir sanatsal araç olarak görmeyen ama herhangi biri olan ‘biri’, Mayakovski’den Nâzım’a, şiir tarihinin kurucu öncülerini kendine referans alabiliyor. Ben kendi adıma buna ‘pozitif ölüm’ diyorum; ‘negatif’ olan bu ölüm biçiminin kullanılırlığı. Çünkü burada devreye, yazının ve şiirin alanında görsellik giriyor. Pozitif ölüm gerçekleştiğinde soyutlanan şeyler de bir aşama olarak soyutlanma durumunu kaybediyorlar; dolayısıyla iç içe geçmiş her şey, oluşturdukları karmaşık yapıyla her şeyden çok tarihin önünde dikiliyor. Üstelik söylediğimiz üzere, kendi köklerini yok etmek için yapıyor bunu. Fakat görünen, daha doğrusu ortaya saçılan şey şiirin bu açmazda okunması ve bu açmazda okuma durumunun eleştiri olarak adlandırılması.

Bütün bu lafları daha somut ve açık bir ifadeye büründürerek söylersek, ortaya çıkan sonuç şu: Hayır, bir eleştiri yok. Olan şey bir tamamlama, bir tanımlama bile değil. Beceriksizlik beceriksizlikle tamamlanıyor. Peki bu yine de bir ‘olabilirlik’ yaratıyor mu?

Elbette belli bir zaman diliminde ortaya çıkan şiirlerin ve onlara dair yazılanların ya da başka bir deyişle onlar üzerinden yazılanların bir türlü oturamadığı teorik hat, şiir çalışanı açısından olumlu bir ortam / alan yaratıyor. Tıpkı kökleri katletmek meselesinde olduğu gibi, şimdinin şairi şiiri kendin keşfettiğinden son derece emin. Basit söylemlerle haklı çıkmak; şu köylü kurnazlığı denen şey, şehirli acımasızlığıyla buluştuğunda eleştiri / şiir eleştirisi yalnızca çıplak ve işlevsiz bir eyleme dönüşüyor. Şairin şiirine dair duymadığı kuşkuya, eleştirmenin eleştirisine dair duymadığı kuşku ekleniyor ve bu noktadan sonrası tam anlamıyla bir çöküş.

Fakat bu olanlara rağmen, bu olanların ‘geçerliliğine’ rağmen bizim de hâlâ bazı dayanak noktalarımız var. Üstelik entellektüalitenin bir bataklığa dönmüş olması da pek önemli değil. İşte bu durum, iki ayrı dünyayı imliyor. Onların, kalabalık şair ve eleştirmenlerin dünyası ile bizim, sessiz ve ıssız toplumcu dünyamız, bakış açımız.
Meseleyi buradan ele alınca belki ilk anda işin ne denli irrite edici olduğu daha çarpıcı bir hal alıyor. Edebiyatı ve toplumu soldan okuyan kesimin, bu soldan okumayı başkalarıyla paylaşanların da sık sık, solun değerlerini gözden düşüren bir ilişkiler ağında kaybolduğu daha çok ortaya çıkıyor. Kültürün faşizan bir evrimi olduğunu görmek gerekiyor belki de. Çünkü sadece söyleme dayalı bir çözümleme yapmanın ne anlamı ne de imkânı var aslında. Çözümleme yapmakla eleştiri geliştirmek arasındaki fark da görülmüyor öyleyse; elbette ve maalesef. Eleştirinin aslında her halükarda okura yönelik bir durumu var; okurun metinle kuracağı bağın doğru bir hatta ilerlemesi zorunluluğu. Kısacası ‘olmuş’ ya da ‘olmamış’ın çok ama çok ötesinde bir başka alan. Üstelik oldukça geniş bir alan… Öyleyse temel bir şey lazım bize; bir şeyin üzerine inşa edilecek başka bir şey. Bunu sağlamak için dönüp bakılacak tek yer var: toplumsal gelişme / toplumsal süreç / toplumsal ivme.

Marksizm ilişkilendiği her şey gibi şiir için de çeşitli kavramları bir sürece yaymak açısından önem taşıyor aslında. Şiir üretimi çok yönlü bir üretim. Böyle çok yönlü bir üretimin değerlendirilmesinde de şiire yaklaşılan merkezin ne denli güçlü olduğu ayrıca önem kazanıyor. Çünkü şiirin sarsılmayan ve sarsılmaması da gereken kökenleri toplumsal yapıyla tarih boyunca hep koşut olmuş; öyleyse şimdinin toplumsal yapısının şiirsel formdaki değersizlik yansımasından kurtulmanın tek yolu, toplumun yapısını yeniden değerlendirmek. Bu değerlendirme zamanla değişimleri de doğuracak, geliştirecek olan yegane ‘araç’. İşte bizim anladığımız anlamda, ihtiyacımız olan eleştiri noktası. Şairin topluma bakıp bakamadığını görmek: Şiir eleştirisinde ana işlev / görev.

Elbette farklı onlarca yaklaşım var ama bunların hepsi nihayetinde havada kalan birtakım açıklamalara dönüşüyor.

Özellikle ülkemiz şiiri açısından söylenecek çok ama çok fazla şey var. Derida, Lacan ve dahasına gömülmüşlerin bir şey söylemeyen birtakım formları keşfe çıkmaları kimseye hiçbir şey sağlamıyor. Aksine ‘görünmeyen’ şeylerin ne denli önemli ve kıymetli olduğuna dair bir vurguyla ciddi bir gericileşmenin önünü açıyor.

İşte bu noktada şiir eleştirisinin önemi çıkıyor açığa. Yalnızca bilgili / kültürlü kuru ve işlevsiz yazıların, ego tatminlerinin dışında bir şeylere ihtiyaç var. Nadir de olsa bunları başaran eleştirmenler var şiirimizde. Şiir bilgisi anlamında da bu çabayı sergileyen önemli isimler var. Örneğin bir Celal Soycan. ‘Sıfır’ yazısı yok Soycan’ın; her metni, hem şiir bilgisini hem de bir şiir eleştirisi yöntemini üretiyor.

Fakat açık olan bir şey var ki edebiyatımız geçmişine hâkim değil. Oysa merkez şimdide aranamaz, özellikle eleştiride…