“İyi de, neyin ticareti? Arabistan’da, çok zorlu çevre ve iklim koşullarında o kadar uzun bir mesafenin aşılmasını gerekli kılacak, sonuçta da doğal kaynaklardan uzak bir bölgede kurulmuş küçük bir şehrin büyümesine yetecek kadar kâr sağlayacak ne gibi bir ürün vardı ki?”

Meccan Trade and the Rise of Islam (Mekke Ticareti ve İslam’ın Yükselişi) adlı çarpıcı araştırmasında Patricia Crone bu sorunun cevabını arıyor: “Diocletianus’un zamanında karada 80 km yolculuktansa İskenderiye’den Roma’ya 2 bin km boyunca gemilerle buğday taşımak daha ucuza geliyordu. ...Mekkeliler her ne satıyorduysa epey nadir, çok talep gören, olabildiğince hafif ve fazlasıyla pahalı bir şey olmalı...”

Bir dinin kuruluş ve hızla yayılışının amacını ve araçsal dinamiklerini çözümlemeye çalışan Crone’un özellikle ‘The Spices of Araby’ (Arap Baharatları) başlıklı bölümde kaynaklarla detaylı biçimde gösterdiği gibi Arap Yarımadası’nın bazı bölgeleri Greko-Romen dünyayla baharat üzerinden iyi bir ticaret köprüsü kurmuştu ama Mekke’nin bu ticaret ağına girebilecek düzeyde geniş ve değerli bir ürün yelpazesi yoktu. Ulaşım açısından da sorunlu bir coğrafyaydı -Mekke’nin kendine has bir ticareti olmayışı meselesine cevap veremeyen ‘İslamcı’ İslam tarihçileri tam bu noktada esans, baharat, ipek gibi egzotik ürünlerle köle ticareti yollarının güneyden kuzeye, doğudan batıya doğru ilerlerken Mekke’den geçtiğini söyleyen Montgomery Watt’a başvurur, ama Mekke, Arap Yarımadası’nın epey kenarında kaldığından bu hem yolculuk koşulları hem de ticaret açısından gerçekçi değildir. Richard W. Bulliet da, Arapların niçin tekerlek yerine deveyi tercih ettiği ve bunun ticareti nasıl etkilediğine dair 1975 tarihli muhteşem kitabı ‘The Camel and the Wheel’da (Deve ve Tekerlek) aynen şöyle diyor: “Buradaki kuzey-güney rotası ve doğu-batı ticaret yollarının doğal biçimde kesiştiğini söyleyebilmek ancak paramparça olmuş bir haritanın okumasıyla mümkün olabilir.”

Sonuç olarak, MS 6. yüzyılın sonlarında Mekke hiç de ticari bir merkez falan değildi. Ama Arap Birliği’ni sağlayacak bir ümmet kültürü kurmak için iyi bir politik harekât merkezi olabilirdi. Şimdi bu önemsiz çöl şehrini parlatmak için tek gereken...

İspanya’daki Altamira Mağarası’nı biliyorsunuzdur; tıpkı Lascaux Mağarası’ndaki gibi, tarihi bundan 18 bin yıl öncesine kadar uzanan resimlerin bulunduğu bir kültür harikası, insanlığın insanlığa gerçek mirası. Ama Altamira’yı benzerlerinden ayıran bir unsur var: Hayvan figürlerinin ve şaşırtıcı geometrik desenlerin arasına bırakılmış çocuksu izler... Henüz ‘tasvir yasağı’ gibi dinsel baskılar yokken, kurumsallaşmış bir din bile yokken, kapkaranlık bir mağarada yaktıkları ateşin ışığında duvarlara gördüklerini, yaşadıklarını, arzuladıklarını çizen atalarımız kendi ellerini de duvara dayayıp etrafını boyayarak imzalarını atmışlar. Bugün insan ırkının tırnağı bile olmayı başaramadığı kadar saf, naif, güzel imzalar...