Dava sürecinde işçilerin madende alınan emniyet önlemlerinin amacının, işçi sağlığı ve güvenliğinin sağlanması değil, kömürün daha fazla ve daha hızlı çıkartılması için alınmış önlemlerden ibaret olduğunu ileri sürmesİ dikkat çekilmesi gereken bir husustur

İki yılın ardından Soma maden faciası

TÜRK SOSYAL BİLİMLER DERNEĞİ SOMA ÇALIŞMA GRUBU*

Türkiye emek ve çalışma yaşamı tarihinin en büyük iş cinayeti ve işçi katliamının yaşandığı Soma maden faciasının ikinci yılında, halen devam etmekte olan hukuk sürecinin müdahil tarafı olan Halkevleri Avukatları tarafından TSBD’ye yapılan bir başvurunun dernek yönetim kurulu tarafından olumlu değerlendirilmesi ile oluşturulan Soma Çalışma Grubunun hazırladığı Soma Maden Faciası raporu, Nisan 2016’daki dava döneminde, ilgili avukatlar grubu tarafından mahkemeye sunulmuştur. Rapor esas itibariyle, bir yandan hukukun toplumsallığı vurgusu ile dava sürecinde benimsenen hukuk yaklaşımının bir eleştirisini, diğer yandan Soma maden havzasındaki, işçileşme sürecinin tanımlayıcı özellikleri ile uygulanan emek rejiminin içerdiği yaşamsal baskı unsurlarını ve madenlerdeki işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki yetersizlikleri ortaya koymayı amaçlamıştır.

Kısaca özetlemek gerekirse, dava sürecinde belirginleşen hukuk yaklaşımında facianın bir işyerinde gerçekleşmesi dolayısıyla, salt işverenin sorumlu olduğu gibi bir eğilim ağır bastığı ölçüde, facia teknik ve tekil bir olay, bir iş kazası olarak ele alınarak, işveren ve işçi hatalarının tesbitine dayalı bir mecrada sürdürülmektedir. Böyle olunca, Soma maden havzası gibi bir bölgede faciaya yol açan süreçte yaşananları, Türkiye’de gerek tarımda, gerekse enerji sektöründe, özellikle 2000’li yıllarda uygulanan neoliberal politikaların sonucunda gerçekleştirilen dönüşümleri bütüncül bir yaklaşım içinde ele alarak değerlendirme olanağı ortadan kalkmış olmaktadır. Rapor böyle bir yaklaşımın kaçınılmaz olduğunu vurgulayarak, söz konusu politikaların olanak sağladığı sermaye birikim rejimi ile, yaşamlarını sürdürmek için madenlerde çalışmaktan başka alternatifi kalmayan emekçilerin tabi tutuldukları emek rejimi birlikte ele alındığı takdirde, 301 emekçinin yaşamını kaybettiği kazanın, “doğal bir felaket” değil “sosyal bir facia” olarak anlaşılması gerektiğini vurgulamaktadır. Konuya böyle yaklaşıldığı zaman, rapordaki ifadeyle, “Soma’da yapısal olarak “kaza” üreten bir sistemin olduğu ortaya çıkmaktadır”.

Bu sistemin içerdiği ilişki ağları, Türkiye Kömür İşletmeleri, madenleri işleten özel sektör firmaları ve emek süreçlerini örgütleyen taşeron/dayıbaşılık sistemleri arasında oluşmuş olduğu anlaşılan, yine Rapor’daki ifadesiyle, “üçlü ittifak”, faciaya yol açan nedenleri açıklamanın anahtarını bizlere sunmaktadır. Özellikle Soma havzasında tütün üretiminin kısıtlanması ve Tekel’in özelleştirilmesi sonucunda topraktan ve tarımsal faaliyetlerden büyük ölçüde kopan köylülerin, yaşamlarını sürdürebilmek için fazla bir seçeneklerinin olmadığı bir süreçte, üçlü ittifakın belirlediği çalışma koşulları, iş yerinin işçi sağlığı ve iş güvenliği açısında taşıdığı tüm olumsuzluklar ve yetersizliklere karşın, istihdam yaratan bir mekan olarak emekçiler açısından bir umut kapısı olabilmektedir. İşverenin, dava sürecinde ileri sürdüğü, istihdam yaratmanın başlıca amacı olduğu iddiasını bu bağlamda irdelemek gerekir.

Bu bağlamda, dava sürecinde işçilerin madende alınan emniyet önlemlerinin amacının, işçi sağlığı ve güvenliğinin sağlanması değil, kömürün daha fazla ve daha hızlı çıkartılması için alınmış önlemlerden ibaret olduğunu ileri sürmesi dikkat çekilmesi gereken bir husustur. 2012 yılında alınan kararlarla, doğalgaza dayalı olmayan enerji yatırımlarının “stratejik yatırımlar” olarak tanımlanması ile birlikte ivme kazanan, Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) işlettiği ve termik santrallere kömür sağlayan bütün linyit sahalarının özelleştirilmesinin hızlandığı bilinmektedir. Bilindiği, daha doğrusu, facia sonrasında kamuoyunun da öğrendiği gibi, kömür üretiminde özelleştirme, üretimin özel sektöre ihalesi şeklinde rödovans veya hizmet alım sözleşmeleri yoluyla olmaktadır. Bu çerçevede, Soma havzasında madenleri işleten firmaların daha hızlı, daha yoğun ve daha uzun saatler üretim yaptırdığı, kullanılamayan kömür alanlarını da üretime açtığı yani “üretimi zorladığı” faciadan bu yana geçen süreçte, basına da çeşitli biçimlerde yansıyan bir veri niteliği kazanmıştır. Nitekim, “Boğaziçi Soma Dayanışması Soma Raporu, Kasım 2014”te de belirtildiği gibi, “Rödovans sözleşmeleri incelendiğinde bu şirketler vasıtasıyla yapılması planlanan üretimin sözleşmede belirtilen asgari üretim miktarının da çok üzerinde” olduğu görülmüştür. Bir yandan devlet, kömürün tek müşterisi olarak sermayeye alım ve fiyat garantisi sunarak sektörü yatırımcılar için cazip bir hale getirirken, diğer yandan sermayenin üretim maliyetini düşürmek adına muhtelif güvenlik önlemlerinden ve/ya yeni teknolojilere yapabileceği yatırımlardan feragat etmesinin önü açılmaktadır.

Sonuç olarak, rödovans sözleşmelerine dayalı bir üretim zorlaması ve dayıbaşılık olarak betimlenen emek süreci örgütleme modeline göre tanımlanan çalışma saatleri ve çalışma koşullarında, işçi sağlığı ve güvenliğini hiçe sayan bir yönetim zihniyetinin belirlediği çevrim içinde kalan işçilerin yaşamlarının sürdürebilmek için katlanmak zorunda kaldığı baskıların ortaya konulması, sosyal bilimcilerin ortak sorumluluğu olarak karşımızda durmaktadır. TSBD Soma Çalışma Grubunun Raporu’nun bu bağlamda değerlendirilmesi, daha kapsamlı ve doyurucu çalışmaların önünü açması umuduyla.

Gamze Yücesan-Özdemir, Galip Yalman, Coşku Çelik, Çağrı Kaderoğlu-Bulut, Gökhan Bulut, Denizcan Kutlu, Nevra Akdemir

Raporun tamamına http://www.tsbd.org.tr/2016/04/15/tsbd-soma-raporu/ ulaşılabilinir.