Tuhaf bir dönemden geçiyor ülke, hatta dünya… Bauman’ın 'Siyaset Arayışı'nda dediği gibi “Her şeyin nefesi çabuk tükeniyor” bu çağda: “Günlük işlerimize döndüğümüzde, her şey hemen hiç değişmeden başladığı yere döner. Birlikteliğin gözkamaştırıcı parıltısı söndüğünde, yalnız insanlar tıpkı eskisi gibi yalnız uyanırlar; biraz önce öyle parlak ışıklar saçan ortak dünya, şimdi daha da karanlık görünür. Patlamanın getirdiği boşalmanın ardından, sahne ışıklarını tekrar yakmak için fazla bir enerji kalmamıştır.”

Bauman, içinde bulunduğumuz karmaşık toplumsal mekanizmaların nasıl işlediğini anlamak için Pier Bourdieu’nun önerdiği 'kinik' ve 'klinik' yollardan bahseder. Kinik yola göre, dünyanın adil mi adaletsiz mi, sevilesi mi değil mi, burada mı orada mı olduğu fark etmez. Kurallar, işimize geldiği gibi, ona uygun bir stratejiyle kullanılır. Klinik yol ise, uygunsuz ve zararlı görülen şeyle, ahlaki hislere göre mücadele etmeyi, değiştirmeyi amaçlar. Bauman’a göre bu en nihayetinde bir tercihtir.

Aslında bütün bunları, Rose Tremain’ın Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan 'Amerikalı Sevgili' öykü kitabının karakterleri ve Philippe Djian’ın Ayrıntı Yayınevi’nden çıkan 'İntikamlar' adlı romanını okurken anımsadım. İki kitap da okurken iyi hissettirmişti, bu çağın ruhuna dair ipuçları sunuyordu. Tremain’ın 'Amerikalı Sevgili' öyküsündeki Beth, trafik kazası geçirmiş ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuştu. Öykü, onun Rosalita adlı bakıcısına başına gelenleri anlatmasıyla başlıyordu, kendisini aldatacak ve terk edip gidecek bir Amerikalı Sevgili’nin uğruna yaşadığı güzel ve acı verici olaylar… Beth, yaşadıklarına dair hiçbir pişmanlık ya da üzüntü duymuyordu, sevgilisiyle Paris’te geçirdiği o bir aylık kaçamağın yaşamına kattığı anlam, onun için daha değerliydi, bütün hayatını tekerlekli sandalyede geçirecek olsa da… Hatta öykünün bir yerinde anne babasının sıkıcı bulduğu hayatı için “dünyadaki varoluş görevlerini yerine getiriyorlar” diyerek küçümsüyordu, faturaları ödemek, çocuk yapmak, televizyon izlemek… Beth’e göre görev gibi yaşamak, yaşamak değildi.

Djian’ın roman karakteri Marc’ın da başına korkunç olaylar geliyordu; oğlu Noel’den birkaç gün önce, evde verdiği küçük bir parti sırasında kafasına kurşun sıkıp intihar ediyordu. Sonrasında, oğlunun sevgilisini sokakta bulup gelinim diyerek evine alıyor ve başı beladan kurtulmuyordu. Djian’ın diğer romanlarında da benzer bir durum vardı, başına gelen bütün tuhaf ve acı olayları kolayca kabullenen, hatta o acıları estetize ederek neredeyse varoluşunun süsü hâline getiren karakterler.

Kendimi Beth’in ya da Marc’ın yerine koyup, ben olsam ne yapardım diye düşündüm. Bourdieu’nün hangi yolunu seçiyordum yaşarken. Sanırım klinik yol, haksızlıklarla mücadele etmek, vicdanımın sesiyle kıvranmak, görev gibi yaşamak… Değildi tam öyle, ama o yola yakındı. Belki de pek çok kişi gibi ben de kararsızlıklar yaşıyordum, bu iki yoldan birini tercih etmek konusunda? Üçüncü bir yol yok muydu, yaratılamaz mıydı? Marc’ın zorluklara dayanma ve baş etme gücü, Beth’in kendini yaşamın akışına bırakışındaki cesareti, cazipti çok. Hem insan kendisini yaşamın akışına bırakıp, hem de haksızlıklarla mücadele edemez miydi? Kinik ve klinik yolları birbirine bağlayacak bir köprü olamaz mıydı? Bu çağın bize dayattığı yol, kinik bir yoldu sanki. Çernişevski’nin 'Nasıl Yapmalı?' romanındaki Rahmetov gibi görev insanları, kendisini bir davaya adamış karakterler, günümüz edebiyatında pek fazla görülmüyor artık.

Bauman, 'Siyaset Arayışı'nda, bütün bunların siyasetle ilgili olduğunu yazar; özel ve kamusal alanlar arasındaki köprülerin atıldığını, insanların yalnızlaştırıldığını ve liberalizmin “Bu hayal edilebilecek en iyi dünya değil, ama tek gerçek dünya” tezine teslim olunduğunu… Eğer siyaset bu köprüyü kurabilirse, üçüncü bir yol imkânı da belirebilir. Jung, eğer kendimiz bir cevap bulmazsak, dünyanın cevabına bağlı oluruz demişti. Bağlıyız şimdilik…