AKP’nin stratejik hedefinin (ve ideolojisinin) “başka cumhuriyet”, ikinci bir cumhuriyet olduğunu biliyoruz.

AKP’nin stratejik hedefinin (ve ideolojisinin) “başka cumhuriyet”, ikinci bir cumhuriyet olduğunu biliyoruz. AKP, stratejik hedefine ulaşmak için farklı taktikler uyguladı. Birinci devre (2002-2007) defansif oynamıştı. “Valla değiştim” diye yemin etti, “Artık şöyleyim- böyleyim” diye güvence verdi. Ama 2007 yılında başlayan ikinci devreyle ofansif oyuna sıçradı. Ilımlı İslâm’dan vazgeçmedi (gerçi şimdi bunun yerine Osmanlı lafını tercih ediyor) ama artık sert oynamayı da göze alıyor. Birinci devrede, laiklik İslami yaşamı sınırlayabiliyordu, ikinci devrede İslami yaşam laikliği sınırlamaya başladı.

Bilindiği üzere Ordu’nun kendisinin de beğendiği diğer adı (laikliğin belirleyici olduğu) “rejimin bekçisi”… Rejimin niteliği, bekçisinin iradesi ve gücü dışında değiştirilince ve darbe marbe küresel gündemden düşünce, onun misyonu da değişecekti. Çünkü şimdi moda deyişle statüko, yani müesses nizam (kurulu düzen) neo-liberalizme dayanak olan İslamcılık ve milliyetçilik üzerinde yeniden tesis edilmekteydi.

Nitekim bundan iki yıl kadar önce Amerikan istihbarat örgütlerini koordine eden Ulusal İstihbarat Konseyi’nin (NIC) yayımladığı “Küresel Eğilimler 2025: Dönüşen Bir Dünya” başlıklı raporda şöyle yazıyordu. “Önümüzdeki 15 yıl boyunca Türkiye’nin izlemesi en muhtemel yön, İslami ve milliyetçi eğilimlerin bir karışımını içerecektir.” Konulan bu “teşhis” ile 2. Cumhuriyet’in yeni dayanakları tanımlanıyor ve Türkiye’yi yöneteceklere de ancak buna uygun “tedavi” tarzı sayesinde  “ekonomisi daha güçlü ve bölgesinde ve dünyada daha önemli” rol alabilecekleri, yani bu mutasyonu hissederek yaşamaları uyarısı yapılıyordu.

Şimdi olan da budur: Mutasyon hissettiriliyor, rejimin kalıtsal özelliklerine damgasını vuran genetik şifre değiştiriliyor. Ve bu mutasyon bir kez yaşandı mı artık kalıcı hale de gelecek, (AKP seçim filan kaybetse dahi) tekrar eski haline dönmek pek kolay olmayacak…

Çünkü dış koşulların yarattığı bu mutasyonun içsel bünyede tetiklediği bir metastaz durumu var. Daha önce de yazmıştım: Sosyolojik, tarihsel, siyasal çözümlemeler ve hatta laiklik ve İslamcılık bir yana; sosyal bünyeye ur gibi yapışan Cemaatçilik, “siyasal sistemin” 86 yıl önce bünyeden kesip attığını sandığı, ama bu konuda epey yanıldığı kanserojen bir “parçası”dır. Çünkü “toplumsal sistem”, organik bünyesinde bu uru muhafaza etmekte ve çoğaltarak yeniden üretmekteydi. Soğuk Savaş yıllarında, Askeriye’nin komünizme karşı NATO’ya intibakına paralel şekilde, toplumun da komünizme karşı seferber edilmesi kaygısıyla, özellikle Demokrat Parti döneminde cemaat müfrezeleri birer birer sahneye çıkarılmaya başlanmıştı. Bu oluşumlar, satranç tahtasındaki basit piyonlar olmanın ötesinde, kendi görece özerklikleriyle inisiyatif geliştirdiler. Örnek, 1970’lerde Gülen cemaatinin adım adım mevzi kazanma rotasıydı. İşte bu “Örnek”, süreç içinde bir “Örüntü” (pattern) niteliğini kazandı. Çünkü sistemin (bütünün) hem bir parçası hem de ondan özerk olması sayesinde, bu cemaat, bütünün parçaya dönüştürülmesi, yani parçanın bütüne tümüyle nüfuz etmesi doğrultusunda hakikaten “tevekkül” içinde ilerlemekteydi. Ve şimdi “iki yüz yıldır” bekledikleri zaferi kutlamaya hazırlanıyorlar.

 

***

Peki sonrasında ne olacak?

Sağcılık eşittir Müslümanlık diye kurulan denklemin hüküm sürdüğü bu coğrafyada, çoğunluğun siyasi tercihlerine elbette baştan ve kolayca ipotek konulabiliyor. Laiklik ve İslamiyet çelişkisi ise “mutlu azınlık” ile hepsi Müslüman olan “yoksul çoğunluk” çelişkisiymiş gibi yutturuluyor; bu da sınıfsal çelişkileri örterek adeta devlet ile toplum çelişkisi gibi anlatılıyor. Burada yoksulların dinsel inançlarıyla uğraşmak yerine, sömürü düzeninin ideolojik hegemonyasına payanda yaptığı noktalarda bunlara müdahale etmek mümkün. Israrla, ezilenlerin taleplerini dinin ve devletin çizdiği çerçevenin dışında dile getirmeyi sürdürmek şart. Şimdi din ile devletin “barıştığı”/ İslamiyet’in laikliği sınırladığı ve devlet katına yükseldiği bir düzlemde bu ısrar daha fazla etki yaratabilir. Çünkü sorumuz hep aynı kalacak: Bu hayatta sömürülenler, ütülenler neden mesela hep yoksul Müslümanlar oluyor?

Son sekiz yılda yaşanan “değişim”/değişinim sürecinde görüldü ki, İttihatçılık ile İtilafçılık aslında aynı madalyonun iki yüzüdür; bu yüzden 1. Cumhuriyet kendi zıddını bağrında taşıyagelmiştir. Ergenekoncular cemaat için rakipti, şimdi cemaat onu tasfiye etti, onun “nüfuz alanına” el attı, onun araçlarını kendi (benzer) amaçları için kullanıyor. Dört bir yandaki telefon dinlemeleri, göz korkutmak amaçlı tutuklamalar, şantajlar, tehditler, “korku imparatorluğu” lafını abartılı bulanları yalanlayıp duruyor,

Ama “imparatorluk” deyince onların dilindeki elbette Osmanlı! Ilımlı İslam lafının suyu çıkınca Osmanlı ruhuna dört elle sarıldılar. Bu kavram daha önce 2. Cumhuriyetçi liberallerin de lügatinde vardı zaten. Ancak neo-Osmanlıcılık etiketini güncelleştiren asıl faktör Obama kaynaklıydı: ABD, BOP yerine Osmanlıcılık gazını uygun görmüştü. Artık kim tutardı Tayyip Erdoğan’ı!

Başbakan da bu gazla kendisini adeta Osmanlı’nın başındaymış gibi görüverdi. Ama neyse ki meşrutiyet yani seçimler de vardı canım ve “halkın tercihini saygı göstermek” gerekirdi. Ömer Laçinerler, Oral Çalışlarlar ve başka larlar hep böyle diyordu.

Yani AKP işçi ve emekçilerden oy almıyor mu? Alıyor. Mesele yok. Keşke M. Belge onlara da demokrasi ile seçimcilik arasındaki farkı bir anlatsaydı, diyecektim ama vazgeçtim. Kabul, şimdi Laçinerler ve Çalışlarlar da iktidarda sayılsınlar, yani kendileri olmasa da en azından fikirleri…

Ama biz yine muhalefetteyiz yahu, huyumuz kurusun tabiatımız böyle; işçilerin ve emekçilerin oy verdiği her partiyi halkın partisi olarak göremiyoruz ki! Üstelik eski solcuları bile kırpıp kırpıp birer iktidar yıldızı yapan bu gidişatta, biz sosyalistlerin “iki kere demokrat” olması lazım. İki kere demokrat olabilmek ise, devrimciliktir! Devrimcilik, seçimcilikten başka bir demokrasi için mücadele etmektir. Çünkü “demokrasi” adını verdikleri bu seçimcilik ile sömürü düzeni değişmez! Öyleyse önce şimdiki seçimciliği değiştirmek, bununla asla yetinmemek gerekir.

Hani ne oldu? AB’ye girilecek demokrasi gelecekti. Darbe olacak demokrasi gidecekti. AB’ye girilmedi, Darbe yapılmadı. Aaa bir baktık, İkinci-el Cumhuriyet kapıyı çaldı.

İktidar kanadı altında değil de muhalefette solcu olunca işler toz pembe görülmüyor: Muhafazakâr toplumlar iç savaş fideliğidir. Çünkü muhafazakârlığın bir yanı saldırgan milliyetçilik, diğer yanı Müslümanlığın cihat vecibesi… Bu ikisine muhalefet edenin vay haline… Son iç savaş provalarını unutmadık. Üstelik bunlar kafayı iyice bozmuşlar, sahilleri dahi sarıya boyayacaklarmış ya, demek ki bundan böyle “her bir şey bizim olsun” diye her tarafa saldıracaklar. Sıra KESK, DİSK, TMMOB, Tabipler Birliği, Barolar Birliği gibi ele geçiremedikleri yerleri etkisizleştirmeye gelecek.

Gerçi bizler şerbetliyiz… Nasıl olsa her dönemde “Allahsız komünistler” diye saldırdılar, şimdi saldırırken daha fazla satır sallayacaklar, o kadar!

Hasım şekil değiştirince mücadele de şekil değiştirir, ama özü değişmez…. Neyse ki şu ülkede hâlâ geçmişiyle, şimdisiyle ve özellikle geleceğiyle sosyalist, devrimci bir damar hâlâ var. “Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?” diye sorulduğunda zihni gayet açık: “Sömürücülerin ve zalimlerin hükümran olduğu bir dünyada ve ülkede yaşıyoruz” diyor. “Ne yapmalı?” sorusunun cevabının “Örgütlenmeli” olduğunu hâlâ unutmadı. “Nasıl örgütlenmeli?” sorusunu da elbette “Mücadele ederek örgütleneceğiz” diye cevaplıyor.

Kendi özgücümüzle, bağımsız siyasetlerimizle birikimliyiz, deneyimliyiz; İkinci el-Cumhuriyetçiler’e de elbette direneceğiz…