21 Nisan tarihli yazımda “Uzun zamandır kabak tadı veren o şarkı 31 Mart’ta hazin bir sonla bitti” yazmıştım. “Yasal istek üzerine” o şarkı bir kez daha bitti. “Hayır, bu şarkı bitemez” hezeyanıyla yanaşma yargıya “657 ulan, 657” talimatı vererek seçimi gasp ettiren sıfırı tüketmiş adama halk “yüzde 54 ulan, yüzde 54” diye karşılık verdi. Yargıya […]

21 Nisan tarihli yazımda “Uzun zamandır kabak tadı veren o şarkı 31 Mart’ta hazin bir sonla bitti” yazmıştım. “Yasal istek üzerine” o şarkı bir kez daha bitti. “Hayır, bu şarkı bitemez” hezeyanıyla yanaşma yargıya “657 ulan, 657” talimatı vererek seçimi gasp ettiren sıfırı tüketmiş adama halk “yüzde 54 ulan, yüzde 54” diye karşılık verdi. Yargıya o talimatı veren kimse, bu hezimetin tek adresi de o ve onda cisimleşen rejimdir. Kendisini milletin de sahibi sayan biri için bu hezimetin pek kibre zarar bir sonuç olduğu kesin… Velhasıl, çöküş ikinci kez tescillendi, hem de kuşkuya yer bırakmayacak biçimde.

İktidarın bugüne kadar uyguladığı “İstediğimi elde etmek için milletin rızasının olması gerekmez. Bütün zor araçlarıyla, şiddetle, tehditle, şantajla ve yalanla çökerim toplumun üstüne ve istediğimi kanırta kanırta alırım. Hukuk mukuk da takmam” stratejisi zaten 31 Mart’ta çökmüştü (ama göremediler). Bu haydutça strateji kullanan açısından çok riskli bir tercihtir. Çünkü bu strateji bir ülkeyi işgal edip yağmalayan bir istilacı devletin izlediği yoldur. Halk (“Keşke Yunan kazansaydı” güruhu hariç) bunu sezinler, saygısızca-düşmanca bulur ve onuruna saldırı olarak görür. Zamanı geldiğinde, karşılık verebileceğini hissettiğinde de cevabını verir. Dolayısıyla, bu stratejinin çöküşü bunu kullananın da işinin bittiği, karşıdan gelen ve giderek yükselen dalganın altında kalacağı anlamına gelir. Bir süredir varlığını dip dalgası olarak hissettiren toplumsal muhalefet, bir istilacı gibi davranan o Ortaçağ artığı gericiliğe-ilkelliğe karşı bir karşı dalgaya dönüşmüş durumda. Bunun bir nedeni toplumun korku duvarını aşmış olması ise, diğer nedeni de yıllarca “Önce manevi kalkınma, önce ahlak” masalı anlatan (siyasal) İslamcıların madrabazlıklarının, insani-ahlaki düşkünlüklerinin, yağmacılıklarının, yalancılıklarının, ilkelliklerinin-cahilliklerinin, iyiye-güzele ve insanca olana düşmanlıklarının ifşa olmuş olması.

İktidar, yeni bir strateji oluşturmak için çaresizce bocalarken CHP’den arakladıkları “Seksen iki milyonu sevmeye mecburum” can simidi de işe yaramadı. Sahiplik taslayan bu “mecburi sevgi”ye halk, “İstemez, git kendini sevmeyi dene. Gör bakalım, sevme yetisi gelişmemiş-sevgisiz, yaşam enerjisini nefretten alan, hayatında nefretten başka bir duygu tatmamış, can yakmadan yüreği soğumayan o ceberut adamı sevebilecek misin?” dedi. İnsan ilişkilerinde genel kuraldır: Şerrinden korkulan kişiler sevilmezler. Onlara karşı hissedilen şey öfke, nefret, düşmanlık gibi olumsuz duygulardır. Fakat bu kişilerin yakın-uzak çevresinde yer alan ve kendileri de büyüklerinin şerrine maruz kalarak, saygı görmeden yetişmiş zayıf kişilikli insanlar için bu duygular tehdit edicidir. İfade edilmesi bir tarafa, bilince gelmesinin bile bedeli ruh sağlığı açısından ağır olabilir. O yüzden, tehdit edici bulunan olumsuz duygular kabul edilebilir bir duyguya yani şerrinden korkulan figürün talep/mecbur ettiği “sevgi” kılığına büründürülür, dönüştürülür. Sevgi gibi görünen duygu biraz kazınırsa altından olumsuz duygular çıkar. Velhasıl, hayat nefret saçarak/düşmanlık ederek bazılarının sevgisini kazanabileceğini sananlar için çok acımasızdır. O kadar ki, eski bir Çin şiirinin dediği gibi, “Senin kötülüğünde kendini bulanlar, gün gelir sen yanarken ateşinde ısınırlar…”

Ayrıca, bir uydurma suçlama icat edip binlerce insanı “Beni sevmeye ve biat etmeye mecbursunuz ulan!” diye yargının önüne atmak kendini sevilmeye ve saygı görmeye değer bulan insanların işi değildir.