İkizdere’de bilindik senaryolar karşısında üçüncü bir yol: Direnmek

Sercan Dede

Ülke gündemi, derinleşen ekonomik kriz, yönetilemeyen salgın ve yaratılan suni gündemlerle çalkalanırken İkizdere’de köylülerin başlattığı ve İkizdere Dernekler Federasyonu gibi yerel sivil toplum yapılarının öncülük ettiği bu direniş; sesi, meşruluğu ve gücüyle toplumun en çok tartışılan konularından biri oldu. İkizdere direnişi, son yıllarda yurdun dört bir yanında örneklerini gördüğümüz, doğa talanına ve rantçı projelere karşı yaşam alanına sahip çıkan halkın direnişinin bir örneği. Diğer yanda ise AKP hükümetinin ve yandaş şirketlerinin bu direnişe karşı verdiği tepkiler de diğer doğa yıkımı projelerinde sergiledikleri tavrın bir başka kopyası olarak önümüzde duruyor.

Soygun ve rant düzeninin önemli bir aktörü olan “Beşli Çete”nin güzide üyesi Cengiz İnşaat’ın, Rize-İyidere Lojistik Limanı için İşkencedere Vadisi’ne kurmak istediği taşocağı, AKP iktidarının başından bu yana yürüttüğü, doğanın talanıyla şirketleri besleme politikalarının bir yenisi ve sonucu. Neoliberal kapitalizmin -özellikle son 50 yılda hızlanan bir biçimde- doğayı bir sermaye aracı olarak gören ve doğaya da bir meta değeri biçen vahşi politikaları yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada hüküm sürmekte. AKP hükümetinin 20 yıllık iktidarı ise bu vahşi kapitalizmin en yıkıcı örneklerini gördüğümüz bir dönem oldu. Sürekli yeni sermaye alanları açmaya, inşaat lokomotifinin hız kesmeden ilerlemesini sağlamaya çalışan hükümet, giderek derinleşen ekonomik kriz karşısında ve beslemek zorunda olduğu şirketler düzeninin girdabında, bu kez de İkizdere’nin üzerini çizdi. AKP, bugüne kadar önünü açtığı bu doğa yıkımlarını hep kalkınma ve istihdam yaratma gibi vaatlerle süsleyip yoksulluğa karşı attığı adımlar gibi göstermeye çalıştı. Bu dev projelere karşı olanları, marjinal odaklar ve ülkenin ilerlemesinin önündeki vatan hainleri olarak hedef gösterdi.


Cerattepe’de, Kuzey Ormanları’nda, Kazdağları’nda, Salda Gölü’nde yani ülkenin irili ufaklı her köşesinde yaşam alanını korumaya çalışan halkın söylemlerinin, İkizderelilerin bugün savundukları ile örtüşmesi şüphesiz bir tesadüf değil. Yerel halk, hem içinde yetiştiği güzelliklerin yıkımını görmekten duyduğu acıyla hem bu güzelliklere “sahip çıkma” ve gelecek kuşaklara bırakma konusunda hissettiği sorumlulukla hem de tüm yaşam biçimini ve geçim kaynağını kaybetmenin tedirginliğiyle direniyor. “Ya bu deveyi gütmeyi ya da bu diyardan gitmeyi”, yani ya razı olup yöresinin talan edilmesine seyirci kalmayı ya da yok edilen yaşam alanı karşısında çaresizce başka bir yere göç etmeyi seçmiyor. Üçüncü bir yol; çay toplayan ellerden, derelerin çağıltısından, yaylalardaki adımlardan yükseliyor: Direnmek.

Karadeniz Bölgesi bunu ilk defa yaşamıyor. Yeşil Yol Projesi’nden deniz dolgularına, Cerattepe’deki altın madeninden taşocaklarına, Samsun’dan Sarp’a kadar uzanan sahil yolundan, Çoruh Havzası’nı yok eden barajlara kadar bölge yorgun ve deyim yerindeyse “canı çıkarılmış” halde. Bugün direnen İkizdere halkına karşı destek büyüyerek sürse de bölgede “AKP yüksek oy aldığı için onlara müstehak olduğu”, yöre halkının “turizmden daha iyi para kazandığı için taşocağı istemediği”, “nasılsa bir sonraki seçimde yine AKP’ye oy verecekleri” suçlamaları da muhalif sesler arasında duyuluyor. Bu sesler bir yandan AKP’nin sistematik biçimde yürüttüğü “ya senden ya da karşı taraftan” ayrılığının toplumdaki bir sonucu, bir yandan da oy verme davranışının siyasi ve sosyal saiklerini görmezden gelerek, yüzeysel ve popülist yorumlarla prim yapma sevdasının bir neticesi.

İkizdere halkı var olma mücadelesi verirken AKP hükümeti de cebindeki -artık aşina olduğumuz- yol haritasını izlemeye devam ediyor. Daha önce koruma alanı olarak tescil edilen, “turizm bölgesi” olarak parmakla gösterilen ve “örnek yayla” modeli uygulanacağı belirtilen bir yer üzerine; Cumhurbaşkanlığı’ndan alelacele çıkarılan kamulaştırma kararı, koruma alanlarına dair yasaların seneler içerisinde “hırpalanarak” SİT alanlarına iş makinelerinin sokulması, salgın tedbirleri fırsat bilinerek yasak zamanlarında şirketin çalışmalarını ilerletmesi, jandarmanın köylünün karşısına çıkarılması, sorunun köylüyle değil araya sızan “marjinal gruplarla” olduğu söylemi, projenin en kısa sürede bitirileceği ve sonrasında bölgenin rehabilite edileceği vaatleri, ekosistem ve biyolojik çeşitlilik kaybı karşısında kelle sayısı gibi dikilecek ağaç sayısı açıklamaları… Artık ezbere bildiğimiz bu adımların hepsini, Ulaştırma Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun adeta bir koruma ordusuyla İkizdere’ye yaptığı ziyaret sonrasındaki açıklamalarında bir kere daha dinledik. Bu vadi dışında hiçbir yerde “uygun taş”ın bulunmadığı söylemi ise daha ilk günden raporlarla yalanlandı bile.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, UNESCO’nun korunması gereken tabiat varlıkları listesinde yer alan İşkencedere Vadisi’ndeki taşocağının; “bölgedeki ormanları, suları, toprakları, biyolojik çeşitliliği, kısacası yaşamı tehdit ettiğini”, “İkizdere flora ve fauna çeşitliliği açısından zengin bir bölge olup yapılması planlanan taşocağının bu nadir ekosistemin ve bölgedeki yaban hayatının yok olmasına neden olacağını, patlamaların açığa çıkardığı toz, titreşim ve gürültüden dolayı meydana gelecek pek çok olumsuz çevresel etkinin doğal yaşam alanlarına zarar vereceğini, organik çay üretimi, büyükbaş hayvancılık ve arıcılık gibi bölge halkının geçim kaynaklarını olumsuz etkileyecek ya da yok edeceğini” söylerken Türk Tabipleri Birliği, İkizderelilerin “sağlıklı bir ortamda yaşama hakkına” vurgu yaparak gerçek bir çevresel etki değerlendirmesinin yanı sıra “projenin toplum sağlığı üzerine yaratacağı potansiyel etkileri ölçmek için sağlık etki değerlendirmesi yönteminin ülkemizde de yasal yapıya kavuşturularak uygulanması” gerekliliğini vurguluyor.

62 ilin baro başkanının imzası ile yayımlanan bir metinde ise “bütünsel ve gerçekçi bir çevresel etki değerlendirme sürecini tam anlamıyla yürütmeden taşocaklarının açılmasına karar verilmesinin bütünüyle hukukdışı olduğu ve hiçbir biçimde meşru olmadığı” ifade edilerek; “bu süreçte karar alan, kolluk kuvvetlerine emir veren bütün idari organ ve görevlilere, İkizderelilerin insan olmaktan kaynaklanan haklarını ihlal eden her bir davranışın hukuki sorumluluk doğuracağını dikkate almaları, ivedilikle hukuk alanına çekilmeleri” çağrısı yapılıyor. Rize Barosu Cengiz İnşaat’ın savunuculuğunu yaparken İkizderelilerin anayasal haklarına vurgu yapan bu metin daha da önemli hale geliyor. Daha önceki çevre mücadelelerinde olduğu gibi, İkizdere’de de hayatında hiç kolluk kuvvetleri ile karşı karşıya gelmemiş, yolu mahkemeye düşmemiş insanlar bugün maruz kaldıkları muamele neticesinde hem hukuki süreçleri hem de bilimsel görüşleri okuyor, öğreniyor ve direnişlerinin meşruluğunu savunurken bunu bir zırh gibi giyiniyorlar. Yöre insanının direniş deneyimleri ve pratikleri, hükümetin kendilerine söylediği yalanları ve uyguladığı baskıyı güpegündüz gördüğü ve tüm topluma gösterdiği bir sahneye dönüşüyor.

Bu “açığa çıkarma” sahnesinde yerel halkın en önemli güçlerinden biri de halkın görüşleri ve rızası alınmadan kurgulanan yağmacı projelere karşı, yurttaşların kendi yöresine dair bilgisi ve derin bağlılığı oluyor. Bu noktada, geçtiğimiz günlerde hayatını yitiren, Artvin Cerattepe mücadelesinin sembollerinden, “Erzade Nene” adıyla bilinen Erzade Yalçıntaş’ın inceleme yapmak üzere bölgeye gelen bilirkişi heyetini 90 sene boyunca yaşadığı dağlarda karşılayarak, bu heyete bu dağların özelliklerini anlattığı zamanı anmadan geçmemek gerekiyor.

Bu yerel direnişlerin başarılı olması hususunda iki nokta öne çıkıyor. İlki, direniş yerelde başlasa ve yörede yaşayan yurttaşların talepleri doğrultusunda ve yöreyi tanıyıp bilen sivil toplum yapıları veya öne çıkan doğal liderler eliyle ilerletilse de direnişin tüm yurtta destek görmesi ve topyekûn bir mücadele boyutu kazanması. Şüphesiz ki bu, mücadelenin yerelliğini kaybetmesi ve popülizme kurban olması anlamına değil, güç ve direnç kazanması anlamına geliyor. İkinci husus ise emek sömürüsü ile doğa sömürüsünü ayrı başlıklar olarak gören anlayışa karşı, ekolojik mücadelenin sınıf mücadelesinden ayrı düşünülemeyeceği noktasında yatıyor. Ekolojik yıkımların en büyük mümessili sermayedarlar ve ekolojik yıkımlarda en çok sömürülen emekçi sınıfı iken, bugün bir varoluş mücadelesi veren İkizdere halkına da bunun bir sınıf mücadelesi olduğunu hissederek yaklaşmak gerekiyor.

AKP-MHP blokunun toplumsal hareketliliği sınırlama, muhalefeti etkisizleştirme, hak arama mücadelelerini engelleme gibi stratejilerle oluşturduğu baskı ortamında, Boğaziçi ve İstanbul Sözleşmesi eylemlerinde de gördüğümüz üzere hâkim güçler sokaktan gelen seslere karşı özel bir sindirme politikası izlerken İkizdere halkı hem çevre hareketleri içinde hem de mücadele tarihinde bir örnek olarak yerini aldı ve İkizdereliler her şeye rağmen direnişe devam ediyor. Bu direniş, öncülleri ve ardılları gibi çevre direnişlerinin birbirini etkilediği ve farklı deneyimlerin birbirini büyüttüğü bir noktada, İkizdere halkı ile dayanışmamızı ve içinde bulunduğumuz her mecradan İkizdere için sesimizi yükseltmemizi bekliyor.