Geçtiğimiz haftalarda George Floyd’un polis tarafından gözaltına alınırken öldürülmesi üzerine Amerika’da ülke çapında yayılan isyanlar farklı boyutlarıyla sıkça konuşuluyor. İsyana birbirinden besleyici birçok tartışma eşlik ediyor. Bu tartışmalardan biri de iklim hareketi ile ırkçılık karşıtı hareketin ilişkisi üzerinden yürüyor. Tartışmanın çıkış noktasını iklim hareketinin, ırkçılık karşıtı harekete yeterince destek vermediği eleştirisi oluşturuyor. Eleştiriyi değerlendirebilmek zannediyorum ki ABD’deki bir takım dinamiklere hâkim olmayı gerektiriyor. Yine de tartışma iklim krizi ile ırkçılık karşıtlığı arasındaki ilişkiyi düşünmeye olanak sağlıyor. Bu ilişki, örneğin bu açıdan kapsamlı bir zemin sunan iklim adaleti kavrayışı üzerinden düşünülebilir. Bu noktada iklim krizinin nasıl tarif edildiği önemli bir yer tutuyor; İklim krizi kabaca iklimsel dengenin, ekosistemde yaratılan tahribat nedeniyle onarılması oldukça güç bir noktaya varacak kadar bozulması sonucu ortaya çıkan sorunlar bütünü olarak tanımlanabilir.

Kriz, kapitalist sistemin varlığını korumak, büyümek ve daha fazla kâr elde edebilmek için doğayı, toprağı, havayı, suyu kirleten ve yaşamları sömüren üretim ve tüketim modelleri benimsemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Sonuçta bugün itibariyle, geleceği tehdit eden bilimsel ve toplumsal bir gerçeklik oluşturuyor. Bu gerçeklik dünyanın bazı yerlerini yaşanamaz, üretim yapılamaz hale getirmeyi sürdürüyor. Kuraklıklar, kasırgalar, seller, kirlilik gibi neoliberal yıkımın farklı biçimleri, insanları yerinden ediyor. Yerel topluluklar ve gençler başta olmak üzere yıkım bölgelerinde yaşayan insanlar göç etmek zorunda bırakılıyor. İşte bu da iklim krizini tek başına bir çevresel sorun olarak ele almanın, sorunu kavramada ve çözmede yeterli olamayacağını gösteriyor.

Hatta “iklim göçü”, “iklim mülteciliği” gibi kavram ve statü arayışlarının hükümetlerin gündemine girmeye başladığı bir dönemi kavrayabilmek için daha geniş çerçevede bakmak gerektiği anlamına geliyor. Buradan hareketle, ihtiyacımız olanın krizi tüm sonuçlarıyla birlikte ele almak olduğunu ortaya koyabiliriz. İklim adaleti yaklaşımı da tam olarak burada devreye giriyor. İklim hareketi içerisinde önemli bir yer tutan bu kavrayışın temelini, ekolojik adalet ile toplumsal adaletin bir arada ele alınması oluşturuyor. Kavrayışı daha iyi anlayabilmek için küresel bir çiftçi örgütü olan La Via Campesina’nın (LVC) yaklaşımına bakabiliriz. LVC krize karşı konumlanışını iklim adaleti hattında sürdürüyor. İklim krizini, ondan en çok etkilenen topluluklar olarak kır emekçileri, çiftçiler, yoksullar gibi kesimler üzerinden ele alıyor. LVC, küresel eşitsizlik, açlık, yoksulluk, göç, mülksüzleştirme, toprak çatışmaları, siyasi baskılar, işgaller ve savaşlar gibi sorunlar ile iklim krizinin birbirine içsel olarak bağlı olduğunu vurguluyor. Buradan hareketle iklim adaletini, sistemi değiştirmeyi hedef alan toplumsal ve çevresel adalet ile birarada düşünüyor. Bu, kırsal alanda yaşayanlara, yerli halklara, kadınlara, yoksullara yönelik her türlü şiddetin son bulması ve toprak, su, hava gibi doğal ortamların demokratik olarak kontrol edilmesi anlamına geliyor.

LVC yaklaşımının gösterdiği şey tüm bu sorunların aslında sistemin eşitsizlikleri derinleştirerek sürdüren yapısından kaynaklandığıdır. Sonuçta iklim krizine karşı mücadele aynı zamanda bir toplumsal adalet arıyışı ise bu pekâlâ ırkçılık karşıtlığını da içerir. İklim adaleti kavrayışı da tam olarak krize karşı, ekolojik ve toplumsal sonuçlarını da kapsayacak şekilde yanıtlar üretmeyi hedefleyen ve sorunun kaynağı olarak sisteme işaret eden bir yaklaşım öneriyor. Böylece farklı talep ve mücadelelerin iklim krizi karşısında bir araya gelmesine olanak sağlıyor.