İklim değişikliği tehdit ediyor

STEPHEN HUMPHREYS

İklim değişikliğinin insan hakları üzerindeki muazzam etkisini anlamak için Postdam Enstitüsü tarafından yayınlanan bir dizi rapora bakın. Yakın zamanda sıra dışı bir şey yaşanmadığı sürece; 2100 yılına kadar küresel ortalama sıcaklığın endüstri öncesi dönemin 4 derece üstüne çıkacağı (2 derecelik uluslararası hedefi de geçerek) gözlemine dayanarak raporlar dünyada peş peşe katliamların yaşanacağını belgeliyor. Bu raporlar çoğu iklim değişikliği çalışmaları gibi yaşanacakları ‘insan hakları’ başlığı altında değerlendirmiyor. Ancak anlattıkları hikaye bizi muazzam zorlukların beklediğini gösteriyor. Aşırı sıcak hava dalgaları (2010 yılındaki Rusya’yı düşünün) “yeni, normal” yaz sıcaklıkları haline gelebilir. Tropikal bölgelerde sıcaklıklar, “insanoğlunun ve doğal ekosistemlerin adapte olduğu ve başa çıkabildiği sıcaklık aralıklarını ve aşırılıkları” geçebilir. Yazarlara göre 4 derecelik bir artışla tropikal bölgeler yaşanılır olmaktan çıkacaktır.

Rapor, iklim değişikliğinin insan hakları açısından da taşıdığı riskleri detaylıca anlatıyor: Yiyecek hakkı (üretkenlik düşecek, ihracat yapılamayacak, fiyatlar aniden artacak); sağlık hakkı (yükselen ölüm oranları, kötü beslenme, ishalli hastalıklar ve sıtma, Chikungunya ateşi, dang humması gibi taşıyıcı hastalıklar azgınlaşacak); su hakkı (Ortadoğu’da “ulaşılabilir su kaynaklarında yaşanan düşüşle beraber artan sulama talebini karşılamak zorlaşacak”); çalışma hakkı (“ısıl stres seviyeleri dışarıda çalışan insanların fizyolojik limitlerini zorlayacak ve bölgesel üretimi baltalayacak”); barınma hakkı (“taşkın alanlarına ve dik yamaçlara yasadışı bir şekilde inşa edilen konutlar son yıllarda sel ve toprak kaymalarından oldukça etkilendi”). Yani iklim değişikliği hayatın tüm alanlarını etkiliyor. En savunmasız kesim ise yoksullar ve sayıları gittikçe artacak: “iklim değişikliğiyle bağlantılı şok ve stres, yoksulluğun azaltılması yönündeki çalışmaları engelleyecek ve yeni grupları yoksulluğa itecek.”

Son on yılda, insan hakları grupları, aktivistler ve akademisyenler iklim değişikliği politikalarını konuşmaya başladılar. Bugün, iklim değişikliğinin insan hakları açısından ne gibi etkileri olacağını biliyoruz; ancak insan hakları hukukunun bu konuda ne sunacağı hala belirsiz.
Çok sayıda iklim değişikliği kurbanının yaşadığı, yüksek miktarda sera gazı salınımı yapan ve güçlü yargı sistemlerine sahip ülkelere stratejik davaların açılması pek de önemli bir role sahip olmayabilir. Örneğin, Hollanda’daki Urgenda davasında insan hakları tartışmanın büyük bir bölümünü oluşturmuştu. Ancak bu tür davaların tarihine baktığımızda, siyasi ve bilimsel karmaşıklığı da göz önünde bulundurursak, buradaki senaryolar için bile, umutlanmamız için pek bir sebep göremiyoruz. Daha da önemlisi, iklim değişikliğinden etkileneceklerin (ve tabii ki zaten etkilenenlerin) büyük bir kısmı iklim değişikliğinde görece daha az payı bulunan ülkelerde yaşıyor. Bu ülkelerdeki mahkemelerin yüksek miktarlarda karbon salınımı yapanları bundan vazgeçirecek ya da tazminat ödemeye zorlayacak güçte bir otoritesi bulunmuyor.

Bu yüzden insan hakları aktivizmi iklim değişikliğine karşı koymak için farklı yollar arıyor. Hepimiz çevresel etkiler ile ilgili bilgi alma hakkını (Aarhus Kongresi’nde güvence altına alınan), ve REDD+ (gelişmekte olan ülkelerdeki ormanları koruyarak sera gazı salınımını azaltan bir program) kapsamındaki yerel halkların sahip olduğu hakları çokça duymuşuzdur. Birleşmiş Milletler’in bu konuda harekete geçtiğini gördük. İklim değişikliği sorunu, Universal Periodic Review’de (UPR) kendine daha fazla yer bulmaya başladı. Ayrıca, İnsan Hakları ve Çevre üzerine yeni bir özel sözcü göreve getirildi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi bile konuyla ilgili uyarıldı. Kaçınılmaz olarak, Aralık’ta Paris’te imzalanacak olan iklim anlaşmasına ‘insan hakları dilini’ de sokmak adına büyük bir baskı oluşturuldu.

Şüphesiz ki bunların hepsi iyi niyetli girişimler olsa da çözüm odaklı olduğunu söylemek zor. İnsan hakları hukuku, iklim değişikliğinin en temel sorunuyla ilgili hiçbir şey söylemiyor: küresel sıcaklık seviyesi 4 derece artmadan karbon salınımını çarpıcı ve hızlı bir biçimde nasıl azaltacağız? Hükümetler, bağlayıcı salınım azaltma hedeflerini kabul etmeyeceklerdir. Paris anlaşmasına eklenecek olan ‘insan hakları dili’ yüzünden fosil yakıt endüstrilerini dizginlemeyeceklerdir. Yerel halkların haklarına odaklanmak REDD+ programını daha insan hakları dostu hale getirebilir, ancak program ormanları paraya çevirmenin iyi bir fikir olup olmadığı yönünde tek bir fikir beyaz etmiyor.

Peki ya fosil yakıtlar? İşte bazı güncel haber başlıkları: Suudi Arabistan’ın petrol üretimi rekor seviyelere ulaştı, Shell Alaska açıklarında petrol çıkarmaya başladı, Lamborghini 2018 yılında çıkacak yeni bir SUV tasarlıyor; Iran Shell ve Eni’yle petrol üretimini 2020’ye kadar ikiye katlamak için görüşmeler yapıyor. Petrol üretimi her yıl artıyor (2014 yılında günde 91.5 milyon varilken 2015 yılında günde 93 milyon varil çıkartılıyor); ve petrol rezervleri en yüksek seviyelerine ulaşıyor(BP’ye göre 1,700 milyar varil). Tüm bunlara rağmen, altı büyük petrol devinin karbon fiyatlandırma aracı tasarımına yaptıkları “katkıların” bizi memnun etmesi gerekiyor.

Eğer bugün elimizdeki petrol rezervlerinin hepsini kullanırsak bizi yaşanacak 4 derecelik artıştan çok daha kötü bir dünya bekliyor olabilir. Bu rezervler yandıkları zaman gökyüzüne 3 bin gigatonluk karbon dioksit salacak ve en iyi tahminler bile 500 gigatonluk bir karbon salınımının 2 derecelik artış hedefini ulaşılmaz kılacağını gösteriyor. İşte bu yüzden İngiliz ekonomist Nicholas Stern, bu rezervlere yapılan 3 trilyon dolarlık yatırımları “çıkmaza girmiş servet” olarak tanımlıyor. Belki de haklıdır, ama piyasa böyle düşünmüyor.

Bu petrolün %80’nini ya da daha fazlasını yer altında tutmak için sağlam ve zorlayıcı eylemlerde bulunmak zorundayız: yasaklamalı, aşamalı olarak durdurmalı, yeni rezervler için sondaj çalışmalarına son vermeli, aşırı üretim için cezalar kesmeli; yani petrol üretimini yasadışı ilan etmeliyiz. Ayrıca yenilebilir enerji alanındaki ar-ge çalışmalarına ve gelişmekte olan ülkelere teknoloji transferine büyük çapta kamu yatırımları yapmalıyız. Neo-liberalizm ve tasarruf koşulları altında bunu nasıl yapabileceğimizi bulmak iklim değişikliğinin en temel zorluğu haline geldi.
Tabii ki; insan hakları konularında da olduğu gibi, sosyal medya şakşakçılığı değil de gerçekten bir değişim görmek istiyorsak, tüm bu endişeleri yeniden şekillendirebiliriz. Buradaki ironi ise; sözde “uluslararası açıdan korunan” insan hakları sıra dışı ve küresel bir tehditle karşılaşmış olmasına rağmen; insan hakları hukukunun ve hukukçularının, hatta tüm insan hakları hareketinin, söyleyecek çok az şeyi olması ve görünür de hiç önemli bir rolünün bulunmamasıdır.

Umarım yanılıyorumdur.

Kaynak: https://zcomm.org/
Çeviren: Anıl Ersoy