Neoliberal süreçlerin beslemiş olduğu ve yükselişe geçen ırkçı, milliyetçi popülist siyasi hareketler ile ana akım medya ve kuruluşların, “göçmen/mülteci krizi’’ olarak nitelendirdiği mevzu, aslında, ana akım politika ve uygulamaların yeniden ürettiği ve muğlaklaştırmaya çalıştığı bir sistem krizidir.

İklim değişiyor, peki ya sınırlar?

BARIŞ CAN SEVER

Yazıya hazırlandığım günlerde, Ankara’da hava sıcaklığı 20 dereceye ulaşmıştı. Bu satırları yazmaya başladığım günün sabahına ise, önceki günleri tamamen unutturan bir soğuk ve kar yağışı ile başladık. Bu örnekte olduğu gibi, hava sıcaklığındaki olağandışı değişimlerin her geçen gün artıyor olması, iklim krizinin en önemli göstergelerinden birisiyken aynı zamanda deneyimlediğimiz krizin sadece ufak bir parçasıdır. Buzulların erimesi, donmuş toprakların çözünmesi, okyanus ve denizlerdeki su seviyesinin yükselişi, yağış rejimlerinin ve mevsim normallerinin değişmesi, aşırı sıcaklar veya soğuklar, kuraklık, çölleşme, sıklık düzeyi ve şiddeti artmakta olan seller, taşkınlar, kasırgalar, fırtınalar ve orman yangınları gibi pek çok olay, krizin doğrudan etkilerini göstermektedir. Ayrıca bu olayların, kısa ve uzun vadede sebep olduğu sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel yansımalarını düşünürsek, iklim krizinin zaman-mekân özgünlüğü çerçevesinde dünyanın pek çok farklı noktasını değişen şiddetlerde etkilediğini duymakta ve deneyimlemekteyiz.


Bu geniş çerçevede sizlere sunmak istediğim konu ise, küresel ısıtma ve iklim krizinin doğrudan veya dolaylı olarak sebep olduğu/olacağı göç hareketleri ve bu hareketlerin günümüz sınırlarıyla olan ilişkisi. Konu göç hareketleri olunca; Benedict Anderson’ın “Hayali Cemaatler”ini (ulusları) çevreleyen sınırları ve bu sınırların sığınmacı, mülteci, göçmen, vb. gruplara olan etkisini düşünmek bir zorunluluk haline geliyor. Öyle ki iklim biliminin ortaya koyduğu veriler, tarihsel anlamda yaşanan eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri apaçık gözler önüne seriyor. İklim krizinin temel sebebi olan sera gazı emisyonları, doğadaki gerekli dengesini sanayi devriminden günümüze uzanan süreçte kaybetmiştir. Bu emisyonlar, sınırları olmayan ortak bir biyosferde, iklimi değiştiren ölçülerde birikmeye devam etmektedir. Bu birikim, beşerî olarak çizilmiş ulus-devlet sınırlarının içerisindeki kâr ve kapital odaklı faaliyetlerle doğru orantılı. Tarihsel anlamda bu krizin doğuşunda herkes eşit paya sahip değil. Ülkelerarası eşitsizliklerle beraber, yine tarihsel anlamda “hayali cemaatler” içerisinde konumlanmış toplumsal sınıfların payı da farklılaşıyor. Bir yanda ulus-devlet sınırları diğer yanda ise sınıfsal sınırlar, kapitalist kalkınmacı paradigmanın adaletsiz düzeninde dikey olarak konumlanan grupların ve ülkelerin hem sera gazı emisyonuna ne ölçüde sebep olduğunu hem de bu durumun yarattığı krizden nasıl etkilendiklerini belirliyor.

‘YASADIŞI’ YOLCULAR

Tüm bunları düşünürken, Stokholm Üniversitesi’nden sosyal antropoloji profesörü Shahram Khosravi’nin ‘Illegal’ Traveller: An Auto-Ethnography of Borders adlı kitabı belirdi aklımda. Bugün Türkçeye çevrilmiş olsaydı, kitabın adına ‘Yasadışı’ Yolcu: Sınırların Bir Otoetnografisi diyebilirdik. Khosravi, İran’dan Kuzey Avrupa’ya iltica eden bir sığınmacı olarak birden fazla ulus-devlet sınırını zorlu şartlar altında geçmek ve deneyimlemek zorunda kalmış; başından geçen sınır deneyimlerini ve gözlemlerini, teorik çerçeve ve yaklaşımlarla besleyerek bu kitapta bizlere aktarmıştır.
Yazar, yaşadıklarını ve gördüklerini sınır rejimlerinin baskıcı ve ayrıştırıcı ritüelleri doğrultusunda yansıtmaktadır. Bir ritüel ve performans haline gelmiş sınır politikaları ve uygulamaları (günümüzde pek çok sığınmacı ve mültecinin karşılaştığı üzere), otoriteler tarafından verilmiş geçiş belgesine sahip olanlarla belgesi olmayanları birbirinden ayırır; çoğu zaman “uygun görülmeyenleri” ve belgesiz olanları, sınıra yakın yaşam alanları içerisinde bir başına bırakarak şiddet, baskı ve yoksulluk ile sınar. Kimisi, şansı yaver giderse pek çok kayba ve acıya rağmen yoluna devam eder; kimisi de yoluna devam edenlerin tanıklıklarında bir iz bırakacak şekilde yitip gider. Khosravi, bir şekilde bu acımasız sınırları aşabilen bir sığınmacı olarak, şiddete uğrayan, manipüle edilen ve ötekileştirilen “yasadışı yolcuların” ve kendisinin tanıklığını yapmaktadır bu kitapta. Ayrıca, belgesi olmayan göçmen, mülteci ve sığınmacıları “potansiyel suçlu” kılan sınır politikaları ve uygulamaların, kurulu düzeni yeniden nasıl inşa ettiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Bunu yaparken, bahsedilen göçmen grupların kendi aralarında toplumsal sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk ve etnisite gibi kavramlar çerçevesinde ilaveten bir ayrımcılığa uğruyor olmalarının da altını çizmektedir Khosravi.

SİSTEM KRİZİ

Bu noktada, güvenlikleştirme (securitisation) eksenli ulus-devlet politikalarının gözle görülür uygulama alanlarından biri haline gelmiş sınırlardan bahsederken, iklim krizi kaynaklı yerinden edilmeleri veya arka planında iklim krizinin de ilave etki yarattığı zorunlu göçleri düşünmemiz kaçınılmaz hale geliyor. Güncel araştırmalar ve raporlar, bu türde gerçekleşen zorunlu yer değiştirmelerin ve göçlerin her geçen gün artacağı yönünde bulgular ortaya koymaktadır. Hal böyle iken, daha fazla insanın ayrımcı ve baskıcı sınır rejimleriyle karşı karşıya kalacak olması, birçoğumuzun beklediği olumsuz bir durum olarak belirmektedir. Neoliberal süreçlerin beslemiş olduğu ve yükselişe geçen ırkçı, milliyetçi popülist siyasi hareketler ile ana akım medya ve kuruluşların, “göçmen/mülteci krizi’’ olarak nitelendirdiği mevzu, aslında, ana akım politika ve uygulamaların yeniden ürettiği ve muğlaklaştırmaya çalıştığı bir sistem krizidir.

Bu sistemde, toplumsal ayrıcalıklarıyla görünmeyen sınırları ve “resmi” belgeleriyle ülke sınırlarını rahatça aşabilenler kurulu düzeni sorgulamadıkça, bahsedilen ana akım ve aşırı sağcı odaklar; mültecileri, sığınmacıları ve göçmenleri damgalamaya ve suçlulaştırmaya devam ederek, sistemin açmazlarını perdelemeye çalışacaktır. Bu nedenle; Martin Empson’un editörlüğünü yaptığı, Türkçeye de çevrilmiş olan kitabın başlığındaki gibi, temel hedefte “İklimi Değil Sistemi Değiştir” mottosu yer almalıdır. Bu hedef doğrultusunda sunulan her katkıyı önemsemeli ve müşterekleşmiş kapsayıcı bir yol haritası çıkarabilmeliyiz. Aksi halde, üzerine uzun yıllar konuşacağımız bir soru bizleri beklemektedir: İklim değişiyor, peki ya sınırlar, sınırların acımasızlığı?..