Gelecek Hakkı Konferansı’nda ‘Sürdürülebilir çevre bir insan hakkıdır. İklim krizi sorununu hak ve adalet temeliyle değerlendirmek lazım’ denildi

İklim krizi hak ihlalidir

ALP KADIOĞLU

İstanbul Politikalar Merkezi ve Raoul Wallenberg Enstitüsü iş birliğiyle yapılan Gelecek Hakkı Programı açılış etkinliği, Sabancı Üniversitesi Minerva Han’da gerçekleştirildi. İsveç’teki Raoul Wallenberg Enstitüsü’nde insan hakları ve göç üzerinde çalışmalar yapan hukukçu Matthew Scott ve Birleşmiş Milletler (BM) Gıda Hakkı Raportörü Hilal Elver’le iklim krizi ve insan hakları üzerine konuşma imkanımız oldu. Scott sorularımızı şöyle yanıtladı:

İklim kriziyle mücadele için demokrasinin askıya alınması mı gerekiyor?

Dünyada bir çok politik sistem var. Bu sistemlerin de iklim değişikliğinin etkileriyle baş etmek için bir takım adımlar attıklarını görebiliyoruz. Siyaset bilimcisi olmadığım için bunları detaylandıramam ama benim savunduğum insan hakları temelli bir perspektif. Bu perspektife sahipseniz bu meselelerin evrensel olduğunu kabul edip önlemleri yerelde alırsınız.

iklim-krizi-hak-ihlalidir-644593-1.

İnsan hakları temelli perspektifin uygulanması için icra mekanizmaları ve yaptırım gücü gerekmiyor mu?

Küresel ve yereldeki insan hakları sisteminde yaptırım mekanizmaları var. Bunlar genelde zayıf bulunuyor. Bunun sebebi ise yaşadığımız sistemin egemen devletler prensibinin üzerine kurulmuş olması. O yüzden iklim krizi ve etkileriyle mücadeleye yönelik içinde daha fazla zorlama ya da yaptırım içeren bir sistemin oluşması zor görünüyor. 1992’de ilan edilen Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi var ki bu sözleşme de insan haklarının korunmasına yönelik mekanizmalardan daha yumuşak.

İklim mültecilerinin BM nezdinde hukuki bir tanım olmadığını söylediniz. Bunun sebebi nedir? İklim mültecilerinin de mülteci olarak kabul edilmesi için gerekli hukuki değişiklikler yapılamaz mı?

1951 Mülteci Sözleşmesi bir mülteciyi “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için yerinden edilen şahıs” olarak tanımlıyor. Bu tanım ‘iklim mültecisi’ni kapsamadığı için bu terim uluslararası hukukta geçerli bir kavram değil. Bazı mahkeme kararları ve akademik çalışmalarda ise iklim ya da çevresel olaylarda etkilenen bazı kişilerin, 1951 Sözleşmesi’ndeki tanımlara bağlı kalacak şekilde, mülteci olarak nitelendirilebileceğini gösteriyor. Bunun mümkün olmasının sebebi felaketlerin insanları, yani kadınları, çocukları, yaşlıları, engellileri, farklı derecede etkilemesi. Devletlerin şu anda 1951 Sözleşmesi’ni, iklim mültecilerini de içerecek şekilde, daha kapsamlı bir tanım içeren bir sözleşmeyle değiştirmek için bir niyetleri yok şimdilik. Hatta o zamandan beri de devletlerin 1951 Sözleşmesi’ne de taahhütlerini azalttığını söyleyebiliriz. Eğer 1951 sözleşmesi değişirse daha zayıf bir mülteci rejimine geçmiş oluruz.

İklim krizinde mültecilerin hapsolabileceğini söylediniz. Bu ne anlama geliyor?

‘Hapsolmuş insanlar’ köy veya tarımsal bir alanda bulunup başka bir yere taşınmak için para bulamayan insanlara verilmiş teknik bir terim. İnsanların ulusulararsı hukuka dayalı olmadan bir sınırdan geçmesi, o ülke istemese bile, normatif boşluk ya da koruma aralığı şeklinde değerlendirilir. Uluslararası hukukta birisine sınırları geçmesine izin veren bir iklim krizi kaynaklı bir neden yok. O yüzden sınırdan geçtikten sonra yetkililere “fırtına vardı, evim yıkıldı, bu ülkeye gelmem gerekti” diyebilmesinin yasal bir zemini yok. Ancak ülkeler arasındaki özel anlaşmalarda bir takım özel yasalar varsa bu kişi böyle bir gerekçeyle mülteci olarak kabul edilebilir. Örneğin Güney Amerika’da yerinden edilen insanların sınırları geçebilmesine olanak tanıyan anlaşmalar var. Anlaşmaya dahil olan ülkelerde yaşanılan felaket sonrası yerinden edilenler başka bir ülkenin topraklarına mülteci olarak sığınabiliyorlar.

Diğer bölgelerin de buna benzer mekanizmalara ihtiyacı var diyebilir miyiz?

Farklı bölgelerin çok farklı koşulları olduğunu gözlemledik. Bölgesel ve ulusal aktörlerin kendi bölgelerindeki sorunları tanıması ve bu sorunlar için de en iyi çözümü geliştirmesi çok önemlidir. Bu çözümler insan hakları çerçevesinin ötesine geçen bir dizi karmaşık faktörü de hesaba katmak zorundadır. Uluslararası hukukun insanlara sınırlardan geçmesine izin vermediği durumlarda efektif uygulamaların belirlenmesi ve geliştirilmesi uygun düşer. Bu da ancak bölgesel aktörlerin siyasal angajmanıyla gerçekleşebilir. Bu tür çabaların tabi ki insan hakları perspektifini de dahil etmesi gerektir.

***

BM RAPORTÖRÜ ELVER: PARİS İKLİM ANLAŞMASI'NDA GIDA HAKKINI TANIMADILAR

iklim-krizi-hak-ihlalidir-644940-1.

Birleşmiş Milletler (BM) Gıda Hakkı Raportörü Hilal Elver’in konu hakkındaki sorulara verdiği yanıtlar ise şöyle:

Gıda endüstrisinin Paris İklim Anlaşması’nda gıda hakkına yer ayrılmaması için yürüttüğü lobiciliğin sebepleri nelerdir?

Gıdayı insan hakkı olarak kabul etmiyorlar. Farklı bir anlama gelen ve aşırı üretimci bir politikayı destekleyen "gıda güvencesi" terimini ön plana çıkarmayı tercih ediyorlar. Halbuki "gıda hakkı" terimini kullanınca sistemi sorgulamış oluyorsunuz. "Neden gıda sistemini şirketler yönetiyor? Neden istediğimizi üretemiyoruz? Neden yerel tarım yok ediliyor?" gibi sorulara cevap aramak zorunda kalıyorsunuz. Ülkelerin gıda üretiminde kendi kendilerine yetmemeleri probleminin konuşulmasını istemiyorlar. Halbuki gıda hakkı bir insan hakkıdır. İnsan hakkı da karar mekanizmalarına insanların, çiftçilerin, vatandaşların katılması anlamına gelir. Devletin koyduğu kuralların kamuoyunca tartışılması, devlet faaliyetlerinin daha hesap verilebilir ve gözlemlenebilir olmasını gerektirir. Yanlış bir uygulama yapılıyorsa bize mahkemelere başvurma ve kararı iptal ettirme hakkını verir. İşte bu hakların verilmesini istemediler Paris Anlaşması’nda. Kendi gıdamızı üretebilme hakkımız ya da üretemiyorsak, iş hakkımız olmalı ki çalışabilim. Maaşımız olsun ki istediğimiz sağlıklı gıdaya erişebilelim. Gıda hakkı budur.

Türkiye’deki tohumların lisanslandırılması bir gıda hakkı ihlali midir?

Tabi ki. Çiftçiler için tohumlar son derece önemli. Tohumlar çiftçilerin haklarıydı ve bunlar ellerinden alındı. Bütün ülkeler de kendi doğal tohumlarını korumak için uğraşıyorlar. Türkiye de tohumların çok çeşitli olduğu bir ülke. O açıdan bunun yasal olarak korunması lazım.

Endüstriyel tarım piyasacı sistemde rekabetçi olduğu için alternatifsiz olarak gösteriliyor. Sizce bu tarım sistemi sürdürülebilir mi?

Endüstriyel tarımda üreticiler ürünlerini daha ucuza üretebiliyorlar çünkü büyük ölçekli üretim yapıyorlar. Yine de endüstriyel tarım şu sorulara kolay kolay cevap veremiyor: Büyük ölçekli üretim daha mı sağlıklı ? Zararlı kimyasallar kullanıyorlar mı? Üretimdeki yönetim tarzı nasıl? Tarım işçisinin hakları nelerdir? Bizim köylümüz pazarda kendi malını satamıyorsa bizim gıda hakkımızın olmadığı anlamına gelir. Kendi üretimimizi hiçbir şekilde korumuyoruz demektir. Devletin rolü burada kendi çiftçisinin üretimini koruması, dışarıdan gıda ithal etmek değil. Devletin bunun için de çiftçilere teşvikler sunması çok önemli. Tarımsal alanların korunması önemli. Devletin yerel tarımı desteklediği takdirde o ülke rahatlıkla gıda ihracatı da yapabilir. Bunlar gerçekleşmediği takdirde de ithalata bağımlı kalınıyor. Endüstriyel tarım da uzun dönemde verimli bile değil çünkü toprak kimyasal kullanımından ya da monokültür üretiminden (bir bitki türünün bir bölgede çok yaygın olarak uzun yıllar boyunca yetiştirilmesine dayanan bir tarımsal yöntem) yoruluyor. ABD’nin ortasındaki eyaletlerde bir çok tarım arazisi bu sebeple kullanılamaz hale geldi.

Konuşmanızda endüstriyel tarıma alternatif olarak sunduğunuz agroekoloji nedir?

Agroekoloji çok önemli bir pratik. Agroekoloji üreticilerin bir araya gelerek, kooperatifleşerek kadın-erkek eşitliği ve insan haklarına saygı çerçevesinde yaptığı ekolojik bir üretim modeli. Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) da bunu kendi planlarına almaya başladı. Agroekolojide hangi iklimde hangi toprakta ne yetiştirilmesi uygun geliyorsa o yetiştiriliyor. Sebzeler ve meyveler böylece dünyanın etrafında binlerce kilometre dolaşmıyor. Yerel pazarlarda satılıyor. Agroekoloji çok büyük bir kar yaratmasa da insanların sağlıklı ve rahat yaşamasını sağlayıp çevreye zararları azaltıyor.

İklim krizine yol açmayan bir hayvancılık mümkün mü?

Çok zor bir soru. Hayvancılıkta müthiş bir su ve toprak kullanımı, metan gazı salınımı ve kirlilik yaratımı var. Bunlar olmadan hayvancılık nasıl yapılır, bu araştırılıyor ancak bulmuş da değiller. Hayvancılık beraberinde yem sektörünü getirdiği ve yemlerin yetiştirilmesi için de oldukça geniş araziler ihtiyaç duyulduğu için çevreye zarar verdiği bir gerçek.