Bugün “faşizm” denilen siyasal bağlamı göz ardı eden hiçbir politik tasavvur bu çağrıyı hissedemese de, yalanın egemenliğini kırabilmenin yolunun gerçeği sadece söylemekle yetinmeyip eylemek olduğu bir kere daha açığa çıkıyor

İktidar, anomi ve sol

Son on beş yıldır süren AKP iktidarının saray rejimine evrimleşme sürecinde neden olduğu pek çok tahribat bu gazetenin sayfalarında defalarca tartışıldı. Rejim değişikliğinin yarattığı hukuk ihlalleri silsilesi, söylem kısıtları, siyasetsizleştirme, ötekileştirme, iktisadi sonuçlar vesaire…

Tüm bunların yanı sıra, bugün artık inkâr edilemez boyutlara varan bir de kültürel yozlaşma var. “Tinin idrak kapasitesinin iktidar lehine daraltılması” olarak tanımlanabilecek bir çabanın sosyolojik çıktıları var. Haylaz bir çocuk gibi topuğunu yere vura vura kendi bildiğini okuyan iktidar mümessilleri, her başarısızlıklarını içinde öğüttükleri toplumsal bir “bellek deliği” yarattı. İktidar bu sayede bugüne değin ender görülmüş bir hızla rahatlıkla yalana başvurabiliyor. Öyle ki, kocaman cümlelerle kurulan tarih yazımları haftalık olarak değişiyor, Türk sağı bir anda anti-emperyalizm zırhını kuşanırken IMF’den ilk borcu İnönü alıyor, “ver papazı al papazı” kafiyesiyle ateşlenen taban ekonomik krizin inkârına ortak edilip akıllı telefonları kıra kıra aklını yitiriyor, sonra bir hokus pokusla Türkiye bir anda hukuk devleti oluveriyor. İşin garibi (yahut garip olması gerekeni) iktidarın su gibi yalan söylemesinin artık “herkes” tarafından kabul görmesi.
Yeni rejimin toplum mühendisliği bir “suç ortaklığı asabiyyesinin” inşa serüvenini ortaya çıkardı ve Osmanlıcı/milliyetçi/dinci şovenliklerin kefenini giyinen kimi insanlar saray rejiminin başarısızlık kompleksleriyle özdeşleşmeye başladılar. Bu sorun uzun süredir sosyologların dikkatini çekiyor, fakat muhalif politik unsurların çoğu tarafından bir türlü kabul edilmek istenmiyor.1 İktidarın yalanlarına ortak olmayı şeref/haysiyet addeden bir tebaa kendi iktisadi sancılarına rağmen kan kustukça kızılcık şerbeti içtim derken, linç rejimine yaslanan bugünkü egemen söylemin “tabana rağmen” değil “tabana istinaden” kurulduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor.

Karşımızda bulunan problem -sosyolojik mahiyetiyle- bir tür “anomi”. Ahlaksızlığın üst ahlakının, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” gafletinde berraklaşan o sinizmin sonrasında, 15 Temmuz’un ardından demokrasi nöbetlerinde boy gösterme yarışıyla başlayan, referandumda “reis ‘evet’ dediği için evet ulan” çıkışıyla kemale eren anomi. Ekonomik krizi eleştirenlere sosyal medyadan tehditler savuran, seçim zaferini silahlarla kutlayan, dolar yakarak ABD’ye kafa tutarken “ülkemiz üzerinde oynan kirli oyunlarla” yaşayanların, normatif ideallerini günübirlik olarak değiştirmekte olan iktidara eşlik etmek zorunda olanların içine düştüğü anomi… Bunun ortaya çıkış nedenini otoriteryen dile bağlayan Gérard Rabinovitch haklı olsa gerek ki egemen dile kayıtsız şartsız teslim olan kitlelerin “idrak gücü sönerken”, AKP’nin zaten inandırıcılığa ihtiyacı bile kalmıyor.

Evet, çakallar gece yarıları yalan yere uluyarak ay ışığını küstürdüler. “Bizim” yahut daha ötesi saray rejimi tarafından hasım ilan edilmişlerin, toplum dışına atılmışların, “eşik dışı bırakılmışların”, karanlıkta tökezleyerek bulduğu hakikatler işlevsiz kılındı. Egemen söylem içinde yeşerdiği gerçeklik tarafından zaten gün aşırı yalanlanıyor, bu nedenle bugün yalanın ifşasıyla yetinmemek, gerçeği işlevsel kılmak gerekiyor.

Peki, bunun yolu nedir? Şu an büyük kesimi idrak kapasitesini yitirmiş olsa bile “halkımızın” gücüne inanmak mı? Kimi sosyalist fısıltılarda bile işitildiği üzere, ekonomik krizin saray rejiminin işini kendiliğinden bitireceği vülgerliğine düşmek mi? Yahut bir Kılıçdaroğlu vesvesesinde açıkça teslim edilen “sağın dilini konuşmak” safsatası mı? Linç rejimine eklemlenmek mi?

Sağcılaşarak değil tabandan inisiyatif alarak
Elbette ki bunlar değil, bunun için sosyalist solun kendi öz çağrısına yönelmesi, kendine ihanet etmeden taban çalışmasını gerektiği ölçüde eleştirel tavrıyla birlikte sürdürmekten çekinmemesi gerekir. Buna dair örnekler hala mevcut. Bu karanlığın içinde dahi şu an küçük, şu an zayıf görülen birbirinden kıymetli çabaları ortaya koyan insanlar her şeye rağmen bu uğraşılarını sürdürüyor. En basit örnek olarak, alternatif eğitim sunma çabalarını ortaya koyan sosyalistler mesela. Tıpkı doksanlarda sırf “cemaatçiler” eğitimde daha başarılı diye çocuklarını çekinmeden cemaat dershanelerine yazdıran seküler aileler olabildiği gibi, bugün de çocukları için sunulan böylesi alternatif çabalardan sebeplenen yoksul dindar/muhafazakâr aileler mevcut. Eğitim alanında bu denli açık veren bir iktidarın karşısına, tam da laik ve bilimsel olma iddiasını içeren alternatif eğitim platformlarıyla çıkmak ve bunu sürekli kılmak, işte tam da yalanların karşısında gerçeği işlevsel kılmak demektir. Üstelik kendin olarak…

Ancak böyle çabaları daha oluşmadan engelleyen iki koyutlama var ve bunlar konuya ilişkin tüm siyasi mülahazalara zarar veriyor.

Birincisi; tabanın gereksiz kutsanması. Proleteryanın mevcut rejime gereken cevabı eninde sonunda vereceği, mevcut çelişkilerin toplumsal başkaldırılara neden olacağı beklentisi. Böyle bir ihtimal her zaman var ve önceden asla tahmin edilemez. Ancak sosyalist solun politik mahareti -Lenin’in tabiriyle- “artçı” olması değildir, örgütleyici olmasıdır. Çünkü böyle konjonktürlerde tabanın “kendiliğinden” gösterdiği reaksiyonlar beklenildiği gibi “özgürleştirici” olmayabilir, daha beter bir “barbarlık” da ortaya çıkabilir. Üstelik şu anki iktidar Gezi İsyanı’ndan bugüne böyle bir ihtimale karşı hazırlıklı ve daha kötüsü linç rejiminin kumandasını elinde tutuyor. Proleteryanın başa çıkılamayacak boyutlara varan bir iktisadi sancıya vereceği tepkinin iktidara karşı olmaktan ziyade “ötekileştirilmiş” kesimlere yönelmesi, yağma ve talan örgütlenmesi ihtimali daha kuvvetli.

İkincisi ise; (defalarca dikkat çekmeye çalıştığım) tabanın “kendiliğinden” milliyetçi/muhafazakâr olduğu fikri. Bu sağcı koyutlamanın kabulünün ardından ortaya çıkan her politik tahayyül (sosyalist iddialar öne sürenler dâhil) şu ya da bu şekilde “sağın araçlarını kullanmak” gafletine düşüyor. Karşı hegemonya kurma girişiminin ta kendisi hegemonyanın bir uzantısına dönüşüyor. İşin aslı bu popülizmin bilinçaltında da bir elitlik yahut daha beteri bir tür hafife alma zihniyeti saklı. Tabanı aslında “umutsuz vaka” olarak gören bir zihniyet saklı. Zaten insanlar da bunu dibine kadar hissediyor.

Basitçe söylemek gerekirse, sen sağcılık yaparsan senden sağcısı var ve insanlar sana değil ona yönelirler.

Nihayet sosyalist sav kendi öz çağrısında diretmeye devam ediyor. Bugün “faşizm” denilen siyasal bağlamı göz ardı eden hiçbir politik tasavvur bu çağrıyı hissedemese de, yalanın egemenliğini kırabilmenin yolunun gerçeği sadece söylemekle yetinmeyip eylemek olduğu bir kere daha açığa çıkıyor. Gerçeğin bizi özgür kılabilmesi için, bizim gerçeği “gerçekleştirmemiz” gerekiyor. Unutulmasın; politik oluşlar politik konumlanmaları tayin eder, politik konumlanmalar politik oluşları değil…

1 Örneğin bu sorunda dikkat çeken Necmi Erdoğan’ın bu ekte yayınlanan “Türkiye Bir Toplum Mu?” başlıklı yazısı, proleter tabanın a priori masumiyeti varsayımına tutunan kimi sol çevrelerde anlamsız eleştirilerle karşılaşmıştı.