Ülke yangın yeri ama iktidar sanki üç vakte kadar her şey güllük gülistanlık olacakmış gibi bir tavır içinde. CB seçimler öncesinde uyguladığı taktiği takip ederek bir açılıştan diğerine koşup halka sesleniyor. Üst üste yaptığı cami açılış konuşmalarında, pandemi ve kriz yokmuşçasına miting havası estiriyor. İktidar sözcüleri “Erken seçim yok” diyedursun Erdoğan yarın sandık kurulacakmış edasıyla vaatleri sıralıyor, yeni “müjdeler” açıklıyor. O esnada iktidar blokunda kan gövdeyi götürmeye devam ediyor. Müjdeler ise medya bombardımanına rağmen Saray’ın etrafında kümelenenlerin kendilerini kurtarmak için yaptığı hamlelerin gölgesinde kalıyor. İktidarı besleyen çarkların dişleri kopuyor, küçük çarklar yerinden fırlıyor, gıcırtılar yükseliyor.

Muhalefet, uzun zamandır kilit makamlardaki kimi şahısların dahil olduğu yolsuzluklar üzerinden iktidara yükleniyor. Ancak bir kez daha anlaşıldı ki muhalefetin iktidar mensupları hakkında gündeme getirdiği iddialar yalnızca buzdağının görünen yüzüymüş. Kara para aklama operasyonları ya da şirket kurup devletin kasasını kendine bağlama işleri münferit hadiseler ya da malum siyasilerin akrabalarıyla sınırlı “hinlikler” değilmiş. Okyanusun altında, elinin kolunun uzanmadığı yer kalmayan, koskoca bir “sistem” varmış.

İktidarın ülkeye çöreklenmek için kurduğu düzenin sadece bir ahbap çavuş kapitalizminden ibaret olmadığı aynı zamanda mafya tarafından korunduğu ve finanse edildiği bugün daha da iyi anlaşılıyor. Şaibeli kaynak transferlerinin düşündüğümüzün çok ötesine geçtiği ve yandaş sermayenin Türkiye’deki faaliyetlerine ilişkin iddialarla sınırlı olmadığı ortaya çıkıyor. İktidarın dış politika hamleleri ile 5’li çetenin, yeraltı bağlantılarının, rant paylaşım kavgasının ilişkisi netleşiyor. Osmanlıcılık gibi ideolojik örtülerin, “milli çıkar” soslu ticari faaliyetlerin, “kardeşim Aliyev” güzellemelerinin arkasındaki gerçek motivasyonun al gülüm ver gülüm tarzı bir iş yapma/servete çökme olduğu açığa çıkıyor.

İktidarın kontrolündeki yerel yönetimlerden tarikat ve cemaatlere, yandaş şirketlere aktarılan paraların da basit bir yolsuzluk ya da haksız zenginleşme işi değil de mafyanın bilgisi ya da aracılığıyla işleyen ve yazılı olmayan kuralları olan bir ilişki biçimi olduğu somutlaşıyor. Bundan sonra iktidardan kendisine ulaşan her türlü “promosyona” seçmen şüpheyle baksın, zira o “küçük hediyeler” iş insanı kılıklı suç örgütü liderlerinden temin edilmiş olabilir. Çocuklarını din öğrensin diye ne idüğü bilinmeyen yerlere gönderenler de bir kez daha düşünsün, o yapıları kurmak için birileri mafyadan para almış olabilir.

Muhalefetin, yolsuzluk gibi hukuksuzluk hakkında ifade ettikleri de doğru ama yetersiz. Şimdiye dek meselenin yalnızca iktidarın yargı üzerindeki etkisi vurgulanıyordu. CB karşısında cübbesini “iliklemeye” çalışan yüksek yargıçlar emsal olarak gösteriliyordu. Halbuki mesele yürütme – yargı ilişkilerindeki dengesizliğe indirgenemeyecek kadar devasa. Mafya-tarikat-siyaset üçgeninin unsurları yargı mekanizmalarını felç etmek için karanlık ilişkiler ağı kurmuş. Yasayla ve vicdanıyla karar vermeye çalışan hakimlerin, savcıların karşısına bu karanlık ilişkiler çıkıyormuş. Şimdi bir mafya lideri çıkmış sanki “cüppe” giymiş de adalet dağıtıyormuş edasıyla bunları da ifşa ediyor.

Bu kadar pislik ortaya döküldü, Peker iktidar çevresini kastederek herkesin suça ortak olduğunu söyledi, bu açıklamaları milyonlarca yurttaş takip etti. Bu yaşadıklarımızdan hangi sonuçları çıkarabiliriz diye düşünmek hepimizin ödevi. İlk altı çizilmesi gereken şu, 1990’lardan beri siyasal ve toplumsal çözülmeyi yalnızca kendisinin durdurabileceğini ileri süren siyasal İslam tüm vaatlerinin altında kalmıştır. Bundan sonra İslamcıların topluma “kurtuluş” vaadi sunması imkânsızdır.

İkinci altı çizilmesi gereken nokta, bu çürümeye karşı liberallerin, muhafazakârların, ulusalcıların gereken toplumsal tepkiyi gösteremediği ve izleyici konumunda kalmayı yeğledikleridir. 1990’larda olduğu gibi şimdi de bu rezalete karşı kolektif ses çıkarma iradesi gösterebilenler en geniş anlamıyla sol siyasetin bileşenleridir. Ancak bu direnç, tepkiselliğin sınırlarına hapsedilmemeli, geniş halk kitlelerinin aydınlık bir ülke düşüyle birleştirilmelidir.

Üçüncü nokta, parlamenter muhalefetin tavrına ilişkindir. Muhalefet yaşanılan çok boyutlu sorunların çok temelde bir hükümet sistemi değişikliğiyle giderileceğini düşünmektedir. Yeni anayasa kapsamında yaptıkları hazırlık, kurucu bir süreci değil burjuva demokrasisinin temel prensiplerine geri dönüşü işaret etmektedir. Bu yol haritasının Türkiye’de mevcut iktidarın yarattığı deformasyonu ortadan kaldırması imkânsızdır. Bu nedenle memleketin ilerici-devrimci tüm güçlerinin parlamenter muhalefeti daha kapsamlı bir dönüşüme zorlayacak adımları atması elzemdir.