Bir toplumsal yapının sağlamlığının asıl göstergesi, o toplumun ortak aklının somutlaştığı dildir. Dil, ekonomiden siyasete tüm insan ilişkilerinin; özellikle de eğitim, bilim, kültür ve sanatın ana hamurudur. Bu nedenle bir toplumsal yapının “dil ortaklığının” ortadan kalkacak noktaya varması, var olan sorunları daha da ağırlaştırır. Türkiye bunu yaşıyor.

AKP-MHP iktidarı, çok büyük ölçüde kendi dünya görüşünden kaynaklanan ve toplumun her hücresine yerleştirmeye çalıştığı dil ile toplumsal yapıyı gelecek yıllarda onarılması çok zor olacak bir biçimde bölüyor, parçalıyor.

İktidar dilinin iki özelliği öne çıkıyor: “Çağdaş kavramların içinin boşaltılması” ve barıştan uzak “çatışmacı” anlayışa dayanması.

İKİ DÜNYA

Yıllardır “siyasetin dili”, kimi çağdaş temel kavramların içi boşaltılarak değişik bir içerik kazanıyor.

Öncelikle, uzunca bir süredir, “insan hakkı” yerini “kul hakkına” bırakmış bulunuyor. Oysa kulun hiçbir hakkı olmaz; o, sadece verilenle yetinir; bağımlıdır. Böylece, çağımızda insan haklarının temeli olan “eşitlik” ilkesi toplumsal akıldan uzaklaşıyor. Buradan insanların “alın yazısı” yazılıyor!

İktidarın oluşturduğu hukukun içler acısı durumu insanları birçok konuda yargıya başvurmak yerine “Allah’ından bulsun” noktasına getirmiş bulunuyor. Sorumluluk, suç ve ceza gibi önemli hukuk kavramları, giderek artan bir biçimde “günah işlemek, vebal altına girmek” ile ilişkilendirilerek açıklanıyor. Bunlarla ilgili “hesapların” bu dünyadan çok öbüründe görüleceği görüşü benimsenerek, hukuksuzlukların, yolsuzlukların ve haksızlıklarının hesabının sorulması da tamamıyla “ahretlik” bir özellik kazanıyor.

Dahası var; halkın vazgeçilmezi olan “gıda” konusunda da, kamusal olarak yapılması gereken “sağlık” denetiminin yerini “helal gıda” anlayışı alıyor.

DÜŞMANSIZ YAŞAYAMAM!

AKP-MHP ikilisinin “nefes alması” niteliklerinin bir gereği olarak mutlaka bir düşmanın varlığına bağlıdır. Bu iktidar anlayışına göre “düşman yoksa, mutlaka “yaratılmalıdır.” Ülke içinden yükselen en cılız eleştirenleri bile, hiçbir delil göstermeden çok keskin bir dille “işbirlikçi, hain, terörist” olarak etiketlemek; ülke dışından gelen eleştirileri de, içeriğini bir tarafa bırakarak “düşman” saymak, yıllardır, yaşanan yaklaşımlardır.

İktidarın hemen her konudaki “başarısızlıkları arttıkça”, kullandığı düşmanlaştırma söyleminin “kin ve nefret” derecesi de katlanıyor.

Sözgelimi, muhalefetin kimi eleştirilerini, “ahlaksızlığın dibi” olarak adlandırmak; muhaliflere, “alçaktılar, alçaklaştılar” ya da “cibilliyeti bozuk” “terbiyesiz” demek; Meclis’in üçüncü partisinin almış olduğu oyları, “onların lanet olası oyları” olarak damgalamak; Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamasına kaşı çıkanları, özellikle de gençleri “başı ezilecek zehirli yılan” olarak tanımlamak; aynı üniversitenin önceki rektörlerinden birini arayarak “biliyorum suçlusun” diyebilmek, toplumu bölücü dilin doludizgin gidişinin son örnekleridir.

Geçen gün Cumhurbaşkanı, pek çoğu HDP’li olan milletvekillerinin milletvekilliğini sona erdirecek “fezlekeler” için, bunlar Meclis’e geldiklerinde “eller kalkar, eller iner” diyerek ülkede geçerli olan demokrasinin gerçek niteliğini de özetledi. Ayrıca, halkın seçtiği bu milletvekillerinin tarafsız ve bağımsız olmadığı bilinen yargının önüne atılmasının siyasal getirilerinin de hesabı yapılıyor.

İktidarın oluşturduğu dil ve kültür ortamı ana muhalefeti de çok etkiliyor. On yıldır sağcı açılımlarıyla ünlenen CHP Genel Başkanı, geçen gün, “Kanal İstanbul’u inadına yapacağız” diyen Cumhurbaşkanı’nı tam bir çaresizlik içinde “Allah akıl, fikir versin” diye eleştiriyor; her iki dünyayı birleştiren bir dilekte bulunuyor. Parti Sözcüsü de “takvası az olanın hayası da az olur” sözleriyle genç kuşaklara örnek olacak bir siyasal söylem kullanıyordu.

Kısaca, toplumun, çağdaş kavramlardan uzaklaştıran ve çatışmacı özellik taşıyan siyaset dilinden de bir an önce kurtulması büyük önem taşıyor.