İktidar geometrisinin esaslı biçimde dönüştüğü bir dönemdeyiz. İktidar geometrisi, çeşitli grupların ve sınıfların mekan ve yere göre konumlanışlarına ve bu konumlanıştan doğan güçlerine işaret ediyor. Biliyoruz ki bu konumlanış, belli kesimlere avantajlar sağlayıp; onları görünür, duyulur ve hareketli kılarken, belli kesimleri dışlayıp, görünmez, duyulmaz ve görece hareketsiz hale getiriyor. İktidar mücadeleleri, büyük ölçüde bu konumları iyileştirmek üzerine veriliyor.

Ancak iktidar geometrisini, sabit yerlere göre grupların ve sınıfların konumlanma çabasına sınırlamak fahiş bir hata olur. Çünkü birçok örnekte iktidar geometrisi, aktörlerin görece sabit kaldığı bir durumda, mekan ve yerlerin yeniden yapılandırılması yoluyla konumların tekrar tanımlanması anlamına geliyor. Yani geniş kesimlerin mekansal konumlarını sabit sandığı bir durumda, “iktidar sahiplerinin” mekanları başka yerlere taşıdığı bir durumdan söz ediyoruz.

Tarihi ve çarpıcı örnek başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasıdır. Hesaplaşması hala süren bu tarihi örneği bir yana bırakıp, güncele dönmek gerekirse; Kanal İstanbul örneği iktidarın mekanları yeniden tanımlayarak iktidar geometrisiyle oynama çabasının çarpıcı bir örneği olarak karşımızda duruyor. İstanbul’un Kuzeyi uzun bir süre kamu mülkiyetinde su havzası ve orman alanları olarak kapitalizmin tarihi ve coğrafyasının kıyısında kaldı. Konumlanma kavgaları, mevcut İstanbul ve çevresinde verildi. Yakın zamanda büyük projeler vesilesiyle gözler Kuzey’e döndü. Bu devasa ve değerli alana, 3. Köprü ve bağlantı yolları karadan, 3. Havalimanı havadan ve Kanal İstanbul denizden erişim sağlamanın ötesine geçip, alana yönelik yeni yerleşme koordinatlarını da tanımlıyorlar.

Bir başka anlatımla, ülkenin ve İstanbul’un iktidar geometrisini yeniden tanımlamak isteyen bir müdahale ile karşı karşıyayız. Mevcut kent ve çeperlerinde milyonlarca insan ve yüzbinlerce yapı güçlendirme beklerken, o geometrinin en dışına itilip, görünmez ve duyulmaz hale getiriliyor. Kentin geometrik merkezi ardı ardına alınan kararlarla değiştirilmek isteniyor. Başarırlarsa, İstanbul’un kazananları ve kaybedenleri bir kez daha yeniden tanımlanacak. Ancak görünün o ki, kazananlar arasına, İstanbul resminin dışından aktörler de girecek. Katar merkezli arazi alımları ne derece ciddi göreceğiz.

Ancak iktidar geometrisiyle oynanan tek yerin İstanbul olmadığını da biliyoruz. Burada altı bir kez daha çizilmesi gereken nokta şu, inşaat sektörü üzerinden kentlere çökme stratejisi genel olarak tıkandı. O nedenle mekan üzerinden rant üretme stratejisi özellikle dışarıdan kaynak getirebileceği yerlere gözünü dikmiş durumda.

Öyle olunca İstanbul yanında turistik bölgeler de iktidarın geometrisiyle oynamak üzere göz diktiği yerler haline geliyor. Geçtiğimiz dönemde, özellikle turistik bölgelerdeki sit alanlarının dereceleri bu anlayışın bir parçası olarak düşürüldü. Göreme Bölgesi’ne ilişkin yetkiler ve yetkili kurumlar yeniden tanımlandı.

Orman alanlarında turizme tahsis konusunda çeşitli düzenlemeler yapıldı. Bir kaç gün önce neredeyse Çeşme büyüklüğünde bir alan acele kamulaştırma yoluyla proje alanı ilan edildi. Konuşulan, bir Suudi yatırımcının, kanalı, limanı ve marinası ile bir Yeni-Çeşme kuracağı yönünde!

Karşımızda artık, bir bütün olarak boşa düşme tehdidi yaşayan kentler var. Kısaca, iktidar, eline aldığı anti-demokratik yetkilerle kentlerin ve yerleşmelerin mekansal koordinatları ve geometrisiyle ölçüsüz biçimde oynuyor; kendi geometrisi haline getiriyor.


Sahi iktidar geometrisi demişken, muhalefetin geometrisi ne durumda? İktidar meselesinin mekansallığı geç de olsa anlaşılıyor mu gerçekten? Yoksa ortaokul/lise yıllarından hatırladığımız, “geometrim zayıf” lafını hatırlamaya devam mı edeceğiz?