İktidar hayatı hedef aldığında…

Marx Kapital’de kapitalizmin işçiyi nasıl “özgürleştirdiğini” son derece ironik bir üslupla anlatır. Marx’a göre kapitalizmle birlikte işçi iki türlü “özgürleşmiştir”; birincisi, üretim araçlarından yoksun bırakılması, mülksüzleştirilmesi anlamında bir “özgürleşme” söz konusudur ve ikincisi, işçi mülksüzleştirildiği için emek gücünü satmaktan başka çaresi kalmaması bakımından “özgürleşmiştir”, emek gücünü meta olarak satabilen “özgür” bir emekçidir artık o.

Marx’ın kapitalizmin getirdiği özgürlüğü birazda tiye alarak anlatmasına mukabil, egemenler de “özgürlük” sözcüğünü pek severler. Nazilerin o zalimane mizah anlayışlarıyla milyonlarca kişinin öldüğü toplama kamplarından biri olan Auschwitz’in kapısına “Arbeit macht frei”, “Çalışmak özgürleştirir” yazması ya da ABD’nin bir milyondan fazla insanın ölmesiyle sonuçlanan Irak işgalini “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” olarak adlandırması gibi.

Gazeteci kılıklı tetikçilerden birinin siyasi literatürümüze kazandırdığı “sivil ölüm” ya da aynı anlama gelmek üzere “medeni ölüm”le cezalandırılan insanlar için Almanlar imparatorluk döneminde “Vogelfrei”, “Kuş gibi özgür” tabirini kullanırlarmış. Hemen bütün haklarını yitirme, var oluşunun “çıplak hayat”a indirgenmesi anlamında düşünüldüğünde Marx’ın “özgür emekçi” tanımını hatırlatan, içerdiği zalim ironiyi düşününce ise egemenlerin “özgürlük” kavramını nasıl eğip bükebildiklerini gösteren muazzam bir tabir bu.

Evet, bugün Türkiye’de “kuş gibi özgür” yüz binlerce insan var, çünkü Türkiye son bir yılda “sivil ölüm” denilen şeyi keşfetti. Olağanüstü Hal altında, gece yarısı yayımlanan kararnamelerle, Milli Piyango listesi gibi çarşaf çarşaf listelerle insanlar işlerinden ediliyor, pasaportlarına el konuluyor, başka bir işte çalışmaları fiilen imkânsız hale getiriliyor, başvuracakları herhangi bir hukuki mecra, haklarını arayabilecekleri herhangi bir mekanizma bulunmuyor. Çalışma hakkından, yargılanma hakkından, seyahat hakkından mahrum edilmiş, açlığa mahkûm edilmek istenen ve böylelikle bir tür ölüm cezasına çarptırılan yüz binlerce kişi…

Referandumun en büyük vaatlerinden birinin “Hele bir evet çıksın idama da bakacağız” şeklinde olması ve kitlelerin miting meydanlarında “İdam isteriz” çığlıkları atması hatırlandığında bu hiç de şaşırtıcı değil aslında. Siyasetin bütünüyle “dost-düşman ayrımı” üzerine temellendirildiği ve topluma “şehit”likle “terörist”lik dışında adeta başka bir seçeneğin bırakılmadığı, tam da bu nedenle siyasetin “ölüm siyaseti”ne dönüştüğü bir ülke burası.

Üstelik “millet”in dışında bırakılanların, hayatları yaşanmaya değer bulunmadığı için, öldürülmelerinin cinayetten sayılmadığı bir ülke burası. Dilek Doğan’ın evinde ailesinin gözü önünde infaz edildiği, Uğur Kurt’un Cemevi avlusunda katledildiği ama tetiği çeken polisin 12 bin lira para cezasıyla kurtulabildiği, üstelik olanca arsızlığıyla para cezasına itiraz edebildiği bir ülke. Hukukun ortadan kalkması anlamına gelen “cezasızlık” mekanizması öyle bir yerleşmiş ki, ana muhalefetteki partinin yöneticilerinden birini herkesin gözü önünde vuran birisi kolaylıkla serbest bırakılabiliyor, tıpkı daha önce Can Dündar’a ateş eden kişinin serbest bırakılması gibi.

Cinayetten sayılmayan ölümler ülkesi burası artık. Soma’da, Ermenek’de, Şirvan’da, madenlerde, inşaatlarda işçilerin, Aladağlar’da çocukların, ülkenin dört bir yanındaki “namus cinayetleri”nde kadınların öldürüldüğü ve hemen hepsinde cezasızlık mekanizmasının yürürlükte olduğu, sorumluların eninde sonunda paçayı yırttığı bir ülke.

Tekel Direnişi esnasında Sakarya Caddesi’ne asılan bir pankartta “İktidar hayatı hedef aldığında hayat iktidara direniş olur” yazıyordu. Bugün tam da durum bu. Siyasetin ölüm siyasetine dönüştüğü, “makbul vatandaş” kategorisine dahil edilmeyenlerin ölümlerinin cinayetten sayılmadığı, cezasızlık hukukunun gayet bilinçli bir şekilde uygulandığı, yüz binlerin sivil ölüme mahkûm edildiği bir zaman diliminizdeyiz ve doğrudan hayatın kendisi, hayata dair olan ne varsa saldırı altında.

İşte o sivil ölüme mahkûm edilmek istenenlerden, var oluşları “çıplak hayat”a indirgenerek doğrudan hayatı hedef alınanlardan ikisi, hayatlarını bir direnişe dönüştürdüler ve ölmeyi de göze alarak hayatı savunmaya giriştiler. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, yetmiş güne varan bir açlıkla hem ölüme hem de mahkûm edilmek istendikleri “sivil ölüm”e ve ölüm siyasetine meydan okuyorlar. Ölümün damgasını vurduğu bir coğrafyada, ölmeye methiyeler düzmeden ama gerekirse ölebileceklerini de göstererek, sessiz bir çığlığı dalga dalga büyütüyorlar, sesleri başka seslerle buluşuyor, çoğalıyor.

Bir yanda Nuriye ve Semih’in Kızılay Yüksel Caddesi’ndeki direniş alanlarını süsleyen çiçekler, öte yanda gece baskınlarıyla çiçekleri alıp götüren polisler… Bir yanda sabahları ellerinde başka çiçeklerle alana gelenler, bir yanda açlıkla hayatı çoğaltanlarla dalga geçenler… Bir yanda hayat, öte yanda ölüm… Bir yanda en çok ölümden korkup ölüm siyasetine sarılanlar, bir yanda en çok hayatı sevip ölmekten korkmayanlar…

Siyasetin sıfır derecesindeyiz şimdi, ölümle yaşamın karşı karşıya geldiği o mutlaklık noktasında yani ve safımız belli, iyi ki belli…