Hürriyet’in “KARARGAH RAHATSIZ” manşeti, Hürriyet’e bir operasyona daha mal oldu. Zaten suyu çok önceden kaynamaya başlamış olan Sedat Ergin koltuğundan oldu. Gazetenin okunabilecek birkaç isminden Mehmet Y. Yılmaz’a yol göründü.

Vesaire!

Ama bu vesileyle bir şey çok net ortaya çıktı: EVET CEPHESİ çok kaygılı. Referandum öncesi şaşkın tavuk gibi.

O kadar ki, gazetenin birinci sayfası da değil iç sayfasındaki manşete razı oldu. Mağduriyet devşirebilmek için AKP tabanını bile ikna etmeyen bir darbe senaryosu yazmaya koyuldu.

Sandık sonucunu şimdiden bilmek çok zor, elbette. Ancak EVET cephesinin halini görünce keyifleniyorum doğrusu. İlk kez ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Bir gün af balonu salıyorlar ortaya.. Ertesi gün şu kadar yüz bin kadro masalını..

Başbakan’a bakıyorsunuz; bir gün ülkücü işareti yapıyor, ertesi gün Kürdistan bayrağı ile Barzani’yi ağırlayıp MHP’yi çileden çıkartıyor.

“İşler iyi gitmiyor. Başkanlık gelsin de düzelsin” diyecek oluyorlar. 14 yılda ne yaptıklarını açıklayamıyorlar.

“İşler şahane. Başkanlık gelsin daha da uçalım” deseler.. İşler şahane falan değil. Kulak veren olmuyor.

Tabii, bir de –son günlerin en açık sözlü yazarı- Ahmet Taşgetiren’in dile getirdiği durum var: “Referanduma sunulan proje AK Parti’nin projesi gibi görünüyor, oysa farklı partilerin desteğinin alınması lazım. Diğer parti mensupları bu projeyi nasıl milli – herkesi buluşturan bir proje olarak algılama noktasına getirilecek?”

Taşgetiren, yazısına “KAYGININ ANALİZİ” başlığını atıp Saray’ı kızdırmayı göze almış belli ki. Ama, yine de Erdoğan’ı açıktan hedef alamamış. Onun yerine, sorumluluğu AKP’ye yüklemiş.

Oysa, -Taşgetiren’in de seçtiği sözcüğü kullanarak- “Bu benim şahsi projem” diyen Erdoğan değil mi! Başkanlık sisteminin Erdoğan’ın kişisel “davası” olduğunu bilmeyen mi var!

HAYIR cephesi ise, tam aksi bir tablo çiziyor. Liderlerden ve hatta siyasi kamplardan uzakta dalga dalga büyüyor. İlk kez, hesabı olanlar hesaplaşmayı sandık sonrasına erteleyerek sandığa gidiyor.

• • •

Manzara böyle olunca, iktidar, fırtına kopartabilmek için bir bardak suya razı oldu. Hürriyet haber üzerinden dövüldü de dövüldü.

Aslında herkes farkındaydı. Haber genel olarak hem Genelkurmay Başkanı’nın hem de Saray’ın hoşuna gidecek bir denge tutturmuştu. Ama ah işte o “RAHATSIZ” sözcüğü yok mu! Erdoğan’ı da EVET cephesini de çok rahatsız etmişti.

Nitekim, Erdoğan (yanında sivil ve kusura bakmasın pek kılıksız kıyafetiyle oturan Genelkurmay Başkanı ile) Pakistan seyahati öncesinde bunu fazlasıyla açık etti. “Manşet ve başlık çok çirkindi” dedi. Haberin içine, içeriğine girmedi.

Girse, dönecek bir yer bulabilir miydi acaba! Muhtemelen bulamazdı, bu yüzden de “manşet ve başlığa” kızmakla yetindi. Yine de, bu kadarı bile Hürriyet’e gazap ateşleri yağdırmasına engel olmadı.

Daha önce birkaç kez yazdım, vurguladım. Aydın Doğan yayın grubunu Saray’ın ellerine teslim etmedikçe rahat edemeyecek.

Adamlarını tek tek kurban verirken, sıranın kendisine gelmeyeceğini düşünmüyor olamaz.

Sıra kendisine geldiğinde de, emin olabilir, onun için üzülecek kimse bulamayacak.

“Türkiye yansın, ama alevler benim evime ulaşamasın”.. Yok böyle bir şey. Eğer ülkeyi diktatörlüğe teslim edersek, hepimiz yanacağız. Aydın Beyciğim siz de!

• • •

Geçen hafta sonu Ankara’da, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin düzenlediği panelde moderatördüm. Son KHK ile okullardan, kürsülerinden atılmış öğretim üyeleri, asistanlar, anayasa hukukçuları, sosyologlar katıldı. Başlarına geleni anlattılar.

Üniversitelerin geldiği vahim durumu özetlediler.

Meslekleri, gelecekleri, kısacası hayatları bir anda ellerinden alınıvermişti. Ama hiçbiri “kendisinden”, örneğin geçim kaygısından söz etmedi. Hiçbiri yakınmadı. Yalnızca Türkiye’yi, üniversiteleri, bilim dünyasını konuştular. O dünyanın “kimlerin eline” bırakıldığını anlattılar.

Üstelik, esprilerle.. Faşizmin karanlığına inat kahkahalarıyla..

Hele bir isim vardı ki.. Sosyolog Veli Saçılık.

O da son KHK ile okulundan, mesleğinden ihraç edilmişti.

Üstelik bu, hayatının ilk büyük darbesi değildi. 2000 yılında, cezaevi operasyonu sırasında kolu dozerle kopartılmıştı.

Ama o, azimle hayata tutulmuş.. Okula dönmüş.. Türkiye’yi anlama ve anlatma çabasına kaldığı yerden devam etmişti. Son KHK’ya kadar..

Aslında, meslekten ihraç edilmek de durduramamıştı onu. İhraçları protesto amacıyla eyleme başlamıştı. Tabii defalarca gözaltına alınma pahasına!

Ankara’daki toplantıda o anları şöyle anlattı Veli Saçılık:

POLİS: Çabuk dağılın buradan

SAÇILIK: Hayır!

POLİS: Kimliğini ver..

SAÇILIK: Hayır!

POLİS: Yürü Emniyet’e gidiyoruz..

SAÇILIK: Hayır!

Neredeyse haftada bir yaşanıyordu bu sahne. Ve sık sık da gözaltı ile sonuçlanıyordu.

Ama ortada bir sorun vardı!!!

Polis, Veli Saçılık’ı gözaltına alırken kelepçe takamıyordu. Çünkü, bu devletin “yetkilileri” cezaevi operasyonlarında sınır tanımamış.. Ve cezaevine dozerle müdahale etmiş.. Dozer de Veli Saçılık’ın kolunu koparmıştı.

Bu yüzden polis, ona nasıl kelepçe takacağını bilemiyordu.

Bütün bunları sakin bir sesle ve gülümseyerek anlattı sosyolog Veli Saçılık.

Kaygılı da değildi, rahatsız da..

Ya, Aydın Beyciğim.. Böyle şeyler yaşanıyor bu memlekette. Bilim insanları üniversitelerden atılıyor. Gazeteciler (gazetecileriniz) cezaevlerine konuyor.

Siz bütün bunların yazılmasını, anlatılmasını istemiyorsunuz elbette. Bu yüzden gazete ve televizyonlarınızda artık müdür yerine komiser istihdam ediyorsunuz.

Ama olmuyor işte.. Olmuyor.. Olmayacak.. Yaranamayacaksınız. “Kahraman” kızınız Hande Fırat bile yaranamadı, baksanıza!

Ya Aydın Beyciğim!