Mekanla uğraşan bir sosyal bilimci olarak iktidar mekan ilişkisine duyarlılığım bir hayli geriye gider. Ancak şunu itiraf etmeliyim ki bu duyarlılıkta Çin’de geçirdiğim 10 günün büyük etkisi olmuştur.

Bundan 15 yıl önce bir konferansa katılmak için Çin’e gitmiştim. Kentsel çalışmalar alanında yapılan konferansa ev sahipliğini Şangay Bilimler Akademisi yapıyordu. Zengin kaynakları olduğunu anladığımız Akademi tarafından oldukça iyi ağırlanıyor; konferans aralarında Şangay bölgesindeki “büyük proje” alanlarına götürülüyor, yetkililerden bilgi alıyorduk.

Bu projelerden biri o sırada inşası süren Pudong teknoloji bölgesiydi. Devasa bir alana yayılmış proje alanında inşaatlar devam ederken, IBM, Siemens gibi ulus-ötesi firmalar faaliyete çoktan geçmişti. Dev bir alan ve devasa binalarıyla Pudong bizi gezdirenlerin gözünde bir gurur kaynağıydı. Bu geziler çerçevesinde Şangay çevresindeki büyük ölçekli konut ve bazı altyapı projelerini de görmemiz mümkün oldu. Bir bütün olarak bakıldığında Çinli seçkinler için Şangay, bizim seçkinlerimiz için İstanbul neyse aşağı yukarı (muhtemelen yukarı) oydu!

Etkileyici projeler görüyor, iyi ağırlanıyorduk ama ortada rahatsız edici de bir durum vardı; bir türlü öteki Şangay’ı göremiyorduk. Gördüğümüz her şey bir başarı hikayesiydi! Oysa, her kent gibi Şangay’ın da yoksul mahalleleri, sorunlu konut alanları, dışarıda bırakılmış kesimleri vardı.

Mekanla uğraşan bir sosyal bilimci olarak iktidar mekan ilişkisine duyarlılığım bir hayli geriye gider. Ancak şunu itiraf etmeliyim ki bu duyarlılıkta Çin’de geçirdiğim 10 günün büyük etkisi olmuştur.

Akademi’de bir kaç kez seslendirdiğim “alt gelir gruplarının yaşadığı mahalleleri de görme şansımız olur mu” yollu sorularım sessizlik içinde geçirildi. İş ısrara dönüşünce, ismini vermeyeceğim ünlü bir Marksist devlet kuramcısı beni bir kenara çekip duyarsızlığın nedenini etkili biçimde anlattı; “bak burası Çin Komünist Partisi’nin “düşünce kuruluşu”, sen yoksulluk alanları dedikçe, asabileşiyorlar, daha fazla ısrar etme, ben uygun bir zamanda bu konuda size yardımcı olacağım”.

Gerçekten bize yardımcı oldu mu, yoksa biz mi yolumuzu bulduk şimdi hatırlamıyorum, ama konferans bitiminde bir kaç genç akademisyenle birlikte Şangay işçi sınıfının yaşadığı bir bölgeye gitmeyi başardık.

Gördüğümüz manzara bu alanları görme isteğimizin niçin geçiştirildiğini de açıklıyordu. Fiziksel olarak dökülen ve sadece kapısı olan bu barınaklar bir odadan çok morglarda gördüğümüz kutulara benziyordu; belli ki insanlar buraları büyük ölçüde uyumak için kullanıyorlardı. Huzurlu Şangay’daki otelimize dönerken “Çin’in rekabet gücünün” nereden geldiğini de yerinde görmüş olduk!

Türkiye’den giden birine İstanbul’u düşündüren Şangay’dan sonra gittiğimiz Ankara benzeri Pekin’den aklımda kalan en önemli mekan/yer, Yasak Şehir, 15. Yüzyılın başında inşa edilmiş, 9 000’e yakın odası ve 72 hektarlık alanıyla dünyanın en büyük saray kompleksi olarak Çin İmparatorluğu’na uzun süre hizmet etmişti. Yasak Şehir, iktidarların iktidarlarını en önce kendi çevrelerinde kurmak ve görmek istemesinin bir örneği olarak hep “aklımın bir köşesinde” kalmıştır.

Lakin iktidar mekânsal ilişkisinin en obsesif haline, bir başka yerde Xi’an yakınlarında Çin İmparatoru Qin SHi Huang’ın mezarını ziyaret ederken şahit oldum. Mezar derken, 350x350 metrelik dev bir topraktan yapılmış bir piramitten ve bu piramit-mezarı korumak için topraktan yapılmış 8000 Terakkotta Savaşçısı’ndan ve onlara eşlik eden çok sayıdaki atlı arabadan söz ediyorum. Şöyle bir düşünün; bir imparator çıkıyor ve ben öldükten sonra ruhumu korusunlar diye binlerce topraktan savaşçı inşa ettiriyor; üstelik bunu yüzbinlerce köylüye zor kullanarak yaptırıyor.

Söylediğim gibi, Çin’in farklı kentlerine yaptığım gezi benim iktidar mekan ilişkisini kavrayışım üzerinde önemli bir etki yaptı. Bu ilişkinin iktidar sahipleri açısından da derslerle dolu olduğu kuşkusuz. Bu tür bir ders mekan aracılığıyla iktidar kurmanın aynı zamanda yıkımlar da içerdiğini farkına varmayı mümkün kılar. Şangay’ın arka sokaklarının bir gün ne ses vereceğini henüz göremiyoruz. Yasak Şehir’in ise defalarca tahrip edilme noktasına geldiğini biliyoruz.

Ancak en dramatik olan Terakkotta Savaşçıları’nın başına gelenler. Kırbaçlar altında çalışmaya zorlanan köylülerin inşa sürecinin en son aşamasında büyük ölçekli bir ayaklanma gerçekleştirdiklerini ve inşa etmeye zorlandıkları savaşçıları ve mezarı tümüyle tahrip ettiklerini biliyoruz.

Şangay Beşlisi tartışmaları bana bunları hatırlattı; paylaşayım dedim!