Başbakan’ın Konya konuşması, çifte  vurgulu: Biri, 28 Şubat sürecine dönük söylemindeki intikamcı yaklaşım ve dinsel vurgu. Diğeri, anayasal fren ve denge mekanizma kalıntılarından duyulan rahatsızlık ve bunlardan kurtulma isteği.

Sözler, havada kalan söylem olmayıp, dün-bugün ve yarınekseninde gerçeklik zeminine dayanıyor. Nasıl?

- İlki: 28 Şubat’ın ekonomik maliyeti somutlaştırılırken, hesaplaşma iradesi ve bunun dinsel motifi açıkça ortaya konuyor. Uygulama, bu sürecin kilometre taşlarını her geçen gün pekiştiriyor: zorunlu din dersine ve nüfus cüzdanlarında din hanesine  ilişkin İHAM kararları uygulanmazken, 4+4+4 düzenlemesi yoluyla din öğretimi, din özgürlüğünü zedeler biçimde, eğitim ve öğretim programlarına şırınga ediliyor;  kıyafet serbestliğinin ilk ürünlerinden üniversite giriş sınavındaki zorunlu din sorusuna kadar  (Din sorusu, İH Avrupa Sözleşmesi’ne  aykırı …).  Açık olan şu: din yoluyla, özgürlük alanı daraltılıyor…

-İkincisi, erkler ayrılığının bir ayak bağı olarak görülmesi;  anayasal fren ve denge mekanizmalarının “temizlenmesi” amacıyla bugüne kadar atılan adımlar sonucunda gelinen yerden çok, geleceğe mesaj daha ağırlıklı:

1) Özgürlük-iktidar çelişkisi açık. Şöyle ki; son on yılın  daha çok 2. beş yıllık zaman diliminde, iktidar partisi ve Başbakanın güçlenmesi ölçüsünde, özgürlükler ve haklar eğreti hale geldi. Bir tür hak ve özgürlük düşmanlığı yayılmaya başlandı. Yıldırı politikası, “demokratik muhalefet” eksen alınarak yaygınlaştırıldı; yasama, yargı ve kolluk güçleri  kullanıldı…

2)  Oysa, Montesquieu için erkler ayrılığının ana ereği, özgürlüktü…

3) Başlıca kurumsal denge mekanizması olan AYM’den yakınmamak, önündeki açıkça anayasaya aykırı yasal düzenlemeleri iptal etmeyeceği inancından mı?  Danıştay ise, “işlemi denetlenen bir idarî ajan” edasıyla idarî yargı denetiminden müşteki bir Başkanca temsil edildiğine göre, Başbakan’ın hedefleri çok daha iddialı ve radikal olmalı.

4) -“Bir toplum ki, orada erkler ayrılığı sağlanmamıştır, özgürlükler güvence altına alınmamıştır; anayasa da yoktur” (26.08.1789, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, md. 16).

-Tam 223 yıl sonra ise, hukuk devletini değişmez madde olarak düzenleyen bir anayasal rejimin yürürlükte olduğu ülke Başbakanı buna meydan okuyabiliyor: “işte bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o geliyor sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor” ( Konya, 17.12.2012).

5) Bu söylem, Anayasa Komisyonu’na sunulan öneri ile somutlaştırılan kişiye özgü” rejimin özeti.  Dillere pelesenk edilen “kısa anayasa” da, herhalde böyle bir yönetimin yolunu açar ancak.  2023 Türkiye   tasarımı üzerine on yıl öncesinden görünen, ana hedefin “yeşil totalitarizm” olduğu…

 

Özgürlükleri boğdurmamak için…

2010 Anayasa değişikliği, AK Parti iktidarı için bir milat oldu. “Yetmez ama evet”çilerin, geç de olsa, otoriter rejimin kurulduğunu görmüş olması, bundan sonrası için bir umut vesilesi oluşturabilir. Çünkü, artık sadece hâkim parti otoriter eğilimli olması değil, asıl tehlikeli olan bu partinin  toplum tasarımı…

2023 projesinin temel taşlarını sarsabilecek başlıca girişim, ancak bir  “özgürlük/demokrasi” hareketi ve cephesi olabilir.

Örgütlü kesimler, bu hareketin zinde güçleri kuşkusuz. Şunu da sağlamak kaydıyla: Avrupa ve uluslararası örgütlerle sürekli dirsek temasıyla, onların desteğini almak.

Üç çocuk ısrarı boşuna değil. Bir yandan, sermaye  yedeğinde  doğa talan edilen köyler boşalıyor. Öte yandan, kentleşen nüfusu parti şemsiyesi altına alma yolları çeşitlendiriliyor. Çift yönlü demografik hareketin ibresi, “özgürlükçü demokrasi” aleyhine. Lehe dönüştürmenin başlıca yolu, “özgürlük/demokrasi” hareketi olmalı…