Türkiye’de sinema işleri bir tuhaf, ün getiriyor, ama para değil kirli para getiriyor. Nedeni paranın seyirciden gelmemesi, ama bazı filmler var, bunlarda milyonlar tarafından seyrediliyor, seyircinin ödediği milyonların hangi senaryolarla çekildiğini tam bilemiyorum.

Mesela “sanat filmi” kategorisinde olan, her birisi artistik patinajda iddialı ve çoğu anlatım bozukluğu taşıyan, oplumsal gerçeklere sırtını dönmüş filmlerimizin ortalama seyircisi radikal olarak düştü. Bunlar en iyi hallerinde 30 bin ve üstü seyrediyordu. Kimi zaman, yani senede bir ya da en fazla iki kez 150 bin civarında seyredilen bir sanat filmi rüzgârı esiyordu. Ama bugün için festivallerde ödül alan sanat filmlerinin seyircisi o kadar büyük bir radikal düşüş yaşadı ki 5 binin altında seyrediyor.

Türkiye’de sanat filmlerinin birinci pazarı ve vitrini festivaller haline geldi, hatta işin gerçeği sırf festivalde yarışmak için yapılmış çöp filmler üretiliyor, hatta bu filmler festivalde yarışıyor da. Bu tür filmleri yapanların filmleri hiçbir yerde derinlemesine tartışılmıyor. Kaybolup gidiyor, sinema sektöründe bu tip masada kalan seyirci önüne çıkmayan ya da hemen hiç tartışılmayan çok sayıda film var: Kimisi gerçekten kurgu masasında kalıyor, kimisi festivalde görücüye çıkıyor, sonra alıcısı çıkmıyor, yine evde kocuyor.

Yönetmenlerin de özgün fikirleri yok. Her ağzını açtıklarında Tarkovski diye söze başlayan inkârcıların insanları bıktırması normal değil mi? Koca edebiyat tarihini Dostoyevski ile sınırlayıp felsefe tarihini ise Nietzsche’den başkasını tanımam diye sayıklayıp işi French Theory çöplüğünü insanlığın gördüğü bir zirve sanmak, bütün bu akıldışı ve estetikten tümüyle yoksun insanların her yerde ve durmaksızın karşımıza çıkmaları, giderek kâbusa dönmeye başladı.

Türkiye’de sinemacı olmak için okulunu bırakan, bölüm değiştiren, işini terk eden binlerce genç var. Bunların hali neon ışıkları hayaliyle geçmişte canlandırılan ve kenar mahalledeki ve kasabadaki genç kızların başta olmak üzere, aklı bir karış havadaki delikanlıların kentin gösterişli havasına tutkun insanlarla sembolize edilirdi. Bu insanlar İstanbul’a sinemaya gelir ve kötü yola düşerlerdi. Şimdi aynı durum farklılaşmış olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik daha da ilginci geçmişte hiçbir zaman olmadığı denli yaygın.

Tıp, mühendislik, fen bilimleri, sosyal bilimler vs bırakılıp sinema sektörüne ve bölümüne giriyor öğrenciler. Binlerce genç var böyle. Filmleri internetten bedava seyrediyorlar, müthiş zengin bir arşiv var. Bu gençlerin önemli bir kısmı gerçekten hayatlarını mahvediyorlar. Sinemada hiçbir anlamlı bir geleceğin onları beklemediği çok açık, bunların çoğu hayatı tüketen ve anlamlı hiçbir şey üretmedikleri yıllar içinde, uyuşturucu ve alkol fırtınası içinde çırpınıyorlar, uyuşturucunun sektörde bu kadar yaygın olması bile, aslında bu işin arkasında siyasi iktidarın olduğunu gösterir.

Sinema alanında büyük bir alt-kültür var İstanbul’da, hatta Türkiye’de, Avrupa’nın hiçbir kentinde bu kadar çok genç ve yetenekli insan “sinema sektörüne” hücum etmez. Sektörde insanlar en baştan ikiye ayrılan yolla karşılaşır: Diziler, sanat filmleri. Diziler de ikiye ayrılır, büyük kanalın adam gibi senaryolu bir dizisi ile İslami kanalların birbirinden uyduruk dizileri. Sanat filmleri ise herkes yola sanat filmi yapmak için çıkar, Emrah bile film yapmaya kalkışmıştı da, tabii kendisinin yazmadığı ve yazmasına imkân olmayan senaryoya dayanan hazırlık çalışmalarında insanlara para veremeyeceğini, çünkü sanat filmi yaptığını söylüyordu. Bu çok utanç verici, sanat filmi yapılıyor ve insanların emeklerinin karşılığı verilmiyor. Bazı başı arşı âlâ “sanatçılarımız” kendisiyle çalışmak isteyenlerden piyasanın yarısına çalışmasını istiyor.

Türkiye’de sinema sektöründe varolan sistem, açık bir şekilde, manipülatiftir, arkasında siyasi iktidar vardır, Türkiye’de bir kuşak sinemacı olacağım diyerek kendini harcamaktadır.