İktidara itiraz

ZİHNİ BAŞSAYAR - zihnibassaray@gmail.com

Güç ve iktidar. Doğru ve adil bir yaşam uğruna mücadele eden herkesin karşısında duran bu iki barikatı aşmak için öncelikle onları doğru tanımlamak gerekiyor. Ancak ne yazık ki böylesine içindeyken, iktidarı ruhumuzda taşımaya başlamışken bunu yapmak çok zor. İktidar denince akla doğrudan devlet gelse de bu çok naif bir yaklaşım. İktidar biziz. Güç söylediklerimiz, düşündüklerimiz, yaftaladıklarımız. Bunlar bir araya gelip güce dönüşünce bir iktidar halini alıyor.

Kelimelerle başlayalım. “İktidarsız erkek” kavramını hepimiz duymuşuzdur. Peki erkek egemen bir toplumda, erkeğin iktidarsızlığını tasdikleyen şey nedir? Basit. Ereksiyon olamamak. İktidar kavramının “ereksiyon olabilmek” ile eş tutulduğu bir coğrafyada son zamanlarda ne kadar çok “erkek olmaya utandık”. Varoluşunu heteroseksüel cinsel kimliği üzerine oturtmuş “erkek” kimliğinden utanırken, aslında bürokratik ve hukuki birçok kurumun da algısının bu “erkek” kimliği etrafından döndüğüne binlerce kez şahit olduk.

Heteroseksüelliğin tüm değerlerin üzerindeyken ve ereksiyon koşulsuz iktidar olarak tanımlanırken, bu cinsel kimliğin dışındaki kimliklere olan düşmanlık elbette şaşılası değil. GayPride, işte tam da bu gerçek üzerinden hareketle ortaya çıkmış bir hareket. Eşcinseller, 1969 yılında Stonewall isimli bir barda polis şiddetine karşı ilk kez isyan ettiler. 5 gün süren çatışmalar, eşcinsellik kimliğinin politik bir kimliğe dönüşümünü sağlayacaktı. 1970 yılında bir araya gelen LGBTT bireyler ilk anma yürüyüşünü gerçekleştirdiler. Bu yürüyüş artık “Onur Yürüyüşü” olarak anılacaktı. Türkiye’de bugün 23.’sü gerçekleşen GayPride işte o gün doğdu.

Kendinden olmayanı ezmenin devlet politikası olduğu, Hortum Süleymanlar’ın hala devletin öz evladı olduğu günümüzde bu hareketin böylesine güçlü yapılabiliyor olması elbette kıymetli. Bunun yanı sıra Gezi Parkı direnişinden sonra Onur Yürüyüşü’ne heteroseksüel kitlelerden de ciddi bir katılım oldu. Ancak bu katılımın politik anlamda bir desteğe dönmesi ve mücadeleyi sahiplenmeye dönüşmesi gerekiyor. Aksi takdirde hiçbir şey daha iyi olmayacak. Elbette bu sadece harekete destek veren heteroseksüel bireyler için geçerli değil. Eşcinsel kimliği dolayısıyla futbol hakemliğinden men edilen ve mahkemelerinde avukatı ile kendisinden başkasının bulunmadığı Halil İbrahim Dinçdağ’ın yalnızlığı, bu politik mücadelenin tüm bileşenlerinin düşünmesi gereken bir konu.

30 TL gasp ettiği iddiasıyla 10 seneye mahkum olan, hapishanede cinsel şiddet gören, sürülen, cezaevi müdürüne şikayet ettiğinde meydan dayağı yiyen Avşa’nın vermiş olduğu mücadele, bu politik kimliğin ve bu politik kimliğe sahip çıkan herkesin esas mücadelesidir.

İçinde yetiştiği ortamda ailesine ve sosyal çevresine cinsel kimliğini açıklayamayan, İstanbul’a göç edip suça ve fuhuşa sürüklenen, gördüğü onca işkenceden sonra tecavüzcüsü tarafından öldürülen ve ismini ancak “S.O” olarak öğrenebildiğimiz trans bireyin sorulmayan hesabı hepimizindir. Bu arada son dönemde kadına şiddet konusunda biz erkekler tarafındaki kitlesel duyarlılık böylesine artmışken, homofobik cinayetlerde neden kitlesel bir tavır sergileyemediğimiz de ayrıca önemli bir sorudur. Kadın haklarını savunurken bile cinsiyetçi küfürler kullanıyor olmamız da bu sorunun cevabına giden yolda bize yardımcı olabilir.

Güç ve iktidar. Açlığın, yoksulluğun ve ölümün kimlik tanımadığı bir dünyada dürüst ve onurlu insanların gücü de evrensel bir vicdan olmalıdır. Olabilecek en basit şekilde söylemek gerekirse, kimsenin cinsel kimliği bir başkasını ilgilendirmez. Esas olan, birlikte başkaldırıdır.