Son yargı kararlarının ortaya çıkarttığı en net gerçeklik seçimlerin hangi koşullarda yapılması gerektiği ile ilgili siyasal ve toplumsal bir örgütlenmeyi bugünden hayata geçirmektir.

İktidarın baskılarına karşı iradeyi örgütlemek

Türkiye seçim tarihi yaklaştıkça zorlu bir siyasal sürece giriyor. Halk desteğini kaybettikçe iktidar bu boşluğu muhalefet üzerindeki baskıyı artırarak doldurmaya çalışıyor. Gezi davasında hukuk ve adalet çiğnenerek verilen karar; CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na 7 yıl önce attığı tweetler yüzünden verilen hapis cezaları ve siyaset yasağı, balyoz davaları için işletilen süreç ve yine İstanbul’un Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’yla ilgili yargılama bunun en basit göstergeleri. HDP ile ilgili kapatma davası da iktidarın yargıyı bir baskı unsuru olarak kullanacağını ortaya koyuyor.


Yargı eliyle budanan siyasal alan her türlü demokratik sokak eylemine yönelik bastırma ve yasaklamayla muhalefetin terörize edilmesiyle daraltılıyor. Parlamentonun etkisizleştirildiği, toplumsal örgütlenmelerin baskı altına alındığı, medyanın iktidarın sesi haline dönüştürüldüğü koşullarda siyaset Saray ve çevresindeki bir avuç insanın bütün bir topluma çeki düzen verme eylemine indirgeniyor.

Tarihsel olarak kısa kesintiler dışında iktidarların meşruiyet kaynağı olan serbest seçimler konusunda ise her türlü şaibe kuşkusu yaratan düzenlemeler yapılıyor. Sandık güvenliğinden YSK’nin yapısına; ittifak sisteminden seçim barajına değin bütün atılan adımlar iktidarın lehine olacak şekilde düzenleniyor. Hakemin iktidar olduğu bir iktidar-muhalefet maçının oynanmasının köşe taşları döşeniyor.

Öyle görünüyor ki Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli seçimlerinden biri pek de öyle alışılmış seçimlere benzemeyecek. Olası rakiplerin, partilerin seçim sürecinin dışına itildiği olağanüstü koşullarda bir seçim bizi bekliyor. Atı alanın Üsküdar’ı geçeceği bir oldubitti adım adım tasarlanıyor. Olağanüstü hal koşullarında topluma dayatılan rejim yine olağanüstü koşullarda varlığını sürdürmenin planlarını yapıyor.

İktidar cephesinde bütün bunlar olurken muhalefet cephesinde de her şeyin doğru bir çizgide ilerlediğini söyleyebilmek mümkün değil. Bütün siyasal süreç Cumhurbaşkanlığı seçimine kilitlenmişken bu alan üzerinde nasıl bir adım adım atılacağı üzerine tek laf etmeksizin erken ittifak deklarasyonları, parlamentoda grup kurma hayalleri şimdilik ortadan kalkmış görünüyor. Hangi koşullar altında yapılacağı, hangi seçim kanunu altında yapılacağı belli olmayan seçimlerle ilgili yapılan ev hesabı seçim yasasının değişmesiyle çarşıya uymadı. Özellikle sol-sosyalist parti ve örgütler arasında bundan birkaç ay önce yanlış bir zeminde yürütülen tartışmalar sadece ve sadece enerji kaybından başka bir işe yaramadı.

Şimdi bütün partiler ittifak içinde ittifaklardan söz eder bunun matematiği hakkında fikir yürütür hale geldiler. Bu gerçek durum solda da çok erken olarak başlatılan “üçüncü ittifak” tartışmalarının da ateşini düşürdü. Son yargı kararlarının ortaya çıkarttığı en net gerçeklik seçimlerin hangi koşullarda yapılması gerektiği ile ilgili siyasal ve toplumsal bir örgütlenmeyi bugünden hayata geçirmektir. Sandık güvenliğinden kaybedenlerin oldubittisine izin vermeyecek bir toplumsal irade ve güç örgütleyebilmektir.

Türkiye bugün köklü sorunlarla yüz yüze uçurumun kenarına sürüklenmiş bir ülkedir. Buradan nasıl çıkılacaktır. Muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı nasıl bir siyasal çıkış planı sunacaktır. Bunun gerçekten bir çıkış projesi olabilmesi için hangi toplumsal güçler bir araya gelmelidir?

Son günlerde “sığınmacılar” sorununu faşist bir bakış açısıyla ele alan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın Süleyman Soylu’yu hedef alan meydan okuması ve Mansur Yavaş’ı Cumhurbaşkanı adayı olarak önermesi Erdoğan sonrası dönem için başka bir “aklın” devreye sokulduğunu ortaya koymaktadır. Milliyetçiliğin eksenini oluşturduğu yeni bir dönem öyle görülüyor ki muhalefet cephesinin içinde taraftar bulacaktır.

İktidar giderek derinleşen ekonomik krizin, sayıları milyonları bulan sığınmacıların, yoksullaşmasının sorumlusu olarak göründüğü için güç kaybediyor. Bu güç kaybını dinsel söylemlerini artırarak milliyetçiliğe yaslanarak kapatmaya çalışırken her iki ideolojik zeminde de hareket eden yeni güç odaklarıyla yüz yüze geliyor.

Çok açıktır ki birbiriyle bağlı olarak iktidarın zayıf karnı ekonomik kriz ve sığınmacı sorunudur. Ekonomik kriz artan enflasyon ve işsizlik karşısında iktidar direksiyonu kaybetmiş ekonomik çöküş baskılanan döviz kurlarındaki patlamayı bekliyor. Sığınmacı sorunu ise iktidarın en zayıf noktası. Gönderme/göndermeme ikilemi içinde her gün ifade edilen çelişkili açıklamalar iktidara yönelik tepkilerin artmasına yol açıyor. Türkiye’nin Batı’ya göçün tampon bölgesi olarak konumlanması Türkiye’ye Avrupa’nın ilişkilerinde de kilit önemde.

Ukrayna-Rusya savaşında geçici bir “başarı” kazansa da Türkiye dış politikası da giderek bir açmaza doğru sürükleniyor. İsrail’de Mısır’a BAE’den Suudi Arabistan’a uzanan ilişkilerin tazelenmeye çalışmanın en temel nedeni “sıcak para” ihtiyacı. Bu konuda yandaş medyanın pompaladığı hayaller dışında tek bir somut gelişme ufukta görülmüyor.

Sonuçta bugünkü mevcut iktidar blokuna son verilmedikçe Türkiye için bir çıkış yolu görülmüyor. Bugün şapkayı öne koyup bunun nasıl başarılacağına nasıl bir siyasal program zemininde kotarılacağına karar vermek ve bu iradeyi bütün bir ülkede örgütlemektir. Bu konuda gerek muhalefetin sağ-milliyetçi bir temelde kurgulanması karşısında, gerekse de toplumsal taleplerin gerçek temsilcisi olma noktasında atılacak adımlarla bir çıkış yolu bulunabilir. Türkiye’nin ilerici devrimci güçlerinin önündeki temel görev budur.