DİSK’in talebine (5.200 TL net) destek vermekle başlamak, ancak buna değerli hocamız Korkut Boratav’ın önerisini de eklemek şarttır: “2022 için aynı gelir türleri aylık enflasyon verilerine göre her ay yeniden düzenlemelidir”

İktidarın bir planı var mı?

Oğuz Oyan

İki ay önce gün yüzüne çıkan en taze planlama belgesi olan üç yıllık Orta Vadeli Program (“OVP 2022-2024”) açısından bakılırsa, bir plan veya programdan bahsetmek mümkün değil. Orta Vadeli Mali Plan da zaten ilga edilip OVP içine alındığından, ondan da söz edemeyiz. Geriye kalıyor Cumhurbaşkanlığı 2022 Yılı Programı ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi. Bunlar da sadece yıllık belgeler ve bu belgelerde bırakın 2022 yılı hedeflerini, 2021 yılı gerçekleşme tahminleri bile şaşmış durumda.


Dolar kuru yıllık ortalamasının, 2021 için 8,30 TL, 2022 için 9,27 TL; 2023 için 9,77 TL; 2024 için 10,27 TL olarak hesaba katıldığını söylemek yeterli olabilir. Bunun anlamı, dönem boyunca TL’nin dolar karşısında değer kazanacağı beklentisidir. Örtük kur tahminleri ile açık enflasyon tahminleri (2022 için öngörülen yıllık enflasyon yüzde 9,8 idi!) ve GSYH deflatörleri geçersiz olunca, GSYH ve kişi başına GSYH verileri de geçersiz kalıyor. Kamu gelir ve gider öngörüleri bunlardan doğrudan etkileniyor. Bütçe açıkları tahminleri ile bütçe faiz ödenekleri sapıyor. Bunlar merkezi yönetim bütçesini ve genel kamu dengelerini etkiliyor. Dış ticaret verilerine doğrudan yansıyor. Enerji faturasını değiştiriyor. Tasarruf-yatırım dengesine ve dolayısıyla cari işlemler dengesine etkide bulunuyor. Çeşitli sektörler ve istihdam da bundan payını alıyor. Hiper enflasyon işaretlerinin çoğaldıkça muhtemelen personel ödenekleri de bütçe tahminlerinin ötesine taşınacaktır. Peki, geriye ne kalıyor?

“Politika tedbiri” var ama aracı yok

Demek ki ortada pusulasız bir gidiş var. Tek pusula RTE’nin kendisi; biraz da ona telkinler yapan dar çevresi. Gene de anlamlandırmaya çalışalım. Değerli meslektaşımız Aziz Konukman, RTE’nin “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” vecizesinin resmi belgelerde bir karşılığı olup olmadığını araştırarak bu anlamlandırma çabasına katkıda bulunuyor. Her zamanki gibi sıkı bir belge takipçisi olarak Onbirinci Kalkınma Planı (2019-2023)’ün 288 nolu politika tedbiri içinde bu izi bulmuş görünüyor:

“288. Yatırımlar, ekonomik büyüme ve enflasyon üzerinde yüksek faiz olumsuz bir etkiye sahiptir. Yüksek faiz, doğrudan doğruya mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırarak enflasyona neden olmakta; artan enflasyon ise, faizlerin daha da artmasına yol açarak kısır döngüyü tetiklemekte; bir taraftan yüksek enflasyon diğer taraftan yüksek faiz ve bunun sonucunda ertelenen yatırımlar ekonominin potansiyelinin gerisinde kalmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla, faizin düşürülmesine yönelik atılacak adımlar, enflasyonun düşmesine ve yatırımların artmasına neden olacak ve böylece daha fazla üretime imkân sağlayacak; artan üretim, enflasyonu aşağıya çekecektir. Plan döneminde bu yaklaşım, hem enflasyonun kalıcı olarak düşmesine hem de büyümede arzu edilen noktalara gelinmesine imkân sağlayacaktır. Bu çerçevede, Plan döneminde yatırımcıların katlandıkları finansman maliyetlerinin düşük seviyede istikrar kazanmasını sağlayacak bir faiz politikası oluşturulması temel önceliklerden birisini oluşturacaktır.”

Görüldüğü gibi yüksek faizin kötülükleri sıralanıp “faizin düşürülmesine yönelik adımlar” atılacağı taahhüt ediliyor. Ama bunu söylemekle planlama sorunları çözülmüş olmuyor. Bu politika tedbiri genel bir siyasi amaç olarak kalıyor, çünkü herhangi bir politika aracıyla desteklenmiyor; bu tedbire ilişkin olarak makro hedeflerle bağlantısı kurulmuyor. Bütün Plan metinlerinde rastlanan muğlak ve rutin ifadeler olmaktan öteye gidemiyor. (Kim planlarda yüksek faizleri, yüksek finansman maliyetlerini savunur ki zaten?).

Kaldı ki AKP, kalkınma planlarını göstermelik hale getiren sürece katkıda bulunmakla yetinmemiş, Anayasa madde 166’ya aykırı olarak Devlet Planlama Teşkilatını bile tasfiye edecek kadar planlamaya düşman bir tutum alabilmiştir. Benzer bir durum 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na göre hazırlanan OVP’ler için de geçerlidir. Plan ve programların hedeflerinin iç tutarlılığının, amaç-araç bütünlüğünün ve özellikle de her birinin gerçekleşme düzeyinin sorgulanmıyor oluşu, planlamaya ilişkin tam bir inançsızlığın kanıtıdır aslında.

Şimdi her ne kadar On Birinci Plan’ın 288 no’lu politika tedbiriyle AKP iktidarı kendi düşük faiz saplantısına ve bu uğurda TCMB politika faizlerine doğrudan/dolaylı müdahalelerine gerektiğinde kullanılmak üzere bir resmiyet kazandırmış gözükse de, hazırladığı plan/program metinleri bunun aksini söyleyebilmektedir. Örnek verelim: OVP (2022-2024)’e göre, GSYH yıllık ortalama büyümesi 2022 için yüzde 5, 2023 ve 2024 içinse yüzde 5,5 olarak verilmişken, dolar bazında hesapladığımızda (O.Oyan, “OVP: Orta Karar Yalanlar”, Sol Gazete, 7 Eylül 2021) karşımıza abartılı sayılar çıkıyor: 2021'de yüzde 11,2, 2022'de yüzde 6,1, 2023'te yüzde 8,8, 2024'te yüzde 8,3! Peki bu mucize nasıl gerçekleşiyor? Yukarıda değindik: AKP'nin ‘cilalı ekonomi devri’nde olduğu gibi dönem boyunca TL'nin dolar karşısında göreli değer kazanması senaryosu yazılarak. Bu senaryo, enflasyon hedeflemesiyle uyumlu sayılabilirdi. Ama bu senaryo şimdi düşük faiz saplantısının ‘acilci’ bir tarzda uygulamaya konulmasıyla başlamadan dumura uğratılmış vaziyettedir.
Peki şimdi hangi plan hangi program hangi bütçe hedefini veya tedbirini ciddiye alacaksınız? Hedefler öylesine şaşmış durumdadır ki şu an içinden geçmekte olduğumuz 2021’in son çeyreğinde GSYH’de pozitif bir artış gerçekleşecekse de dolar bazında bunun negatif bir değer alması olasılığı çok yükselmiştir. Bununla birlikte, “Saray yönetiminin kararlarına bir keramet atfetmek olanağı hala var mıdır” diye soralım.

Politikalarda bir keramet var mı?

İktidar niyetini saklamıyor; son olarak ‘Çin yolu’ örneğini vererek bir adım daha attı. Daha kısa vadede ise, daha önce denediği ve bazen kısa vadeli sonuç elde ettiği bir yöntemi uygulayacağı zaten açıktı: Düşük faizli krediler üzerinden ekonomiyi canlandırmak (illa yatırımlar canlanmıyordu malum); sermaye başta olmak üzere kimi kesimleri rahatlatmak; konut talebini desteklemek; böylece ekonomik büyümeyi seçim öncesinde yüzde 5 eşiği üzerine çekebilmek.
TL’nin değerini düşüreceği açık olan faiz indirimleriyle sadece kredi faizlerini düşürmek değil, dolar bazında ücretleri de dibe çekerek ihracatı teşvik etmek, ithalatı caydırmak; böylece dış ticaret ve cari işlemler açıklarını azaltmak. Burada iktidarın bir sopasının da yabancı işçiler, sığınmacı işçiler olduğu da hatırlanmalı.

Ancak bu şok müdahalelerin geldiği dönem artık kamu ekonomisinin önemli araçlarını yitirdiği, iktidarın yeterince zamanının kalmadığı, enflasyonist beklentilerin çığırından çıktığı, yatırım kararlarının alınamadığı bir dönem. Üstelik TL’deki şok düşüş Türkiye’deki varlık değerlerini dibe itmiş ve yabancı sermaye için bir av alanına dönüştürmüş durumda. Gerçi iktidarın ‘yabancı sermaye gelsin de nasıl gelirse gelsin’ derdinde olduğu da açık. Döviz kurlarının beklenmedik derecede hızlı yükselişi (bunun iktidarın hesaplarını da aştığı TCMB’nin cılız mühimmatla yapmaya çalıştığı çaresiz müdahalelerden anlaşılıyor) ve aşırı oynaklığı, fiyat oluşumlarını zora sokması yanında hiper enflasyonun da körüklendiği bir ekonomik konjonktürü davet etmekte.

İktidar açısından artık buradan bir çıkış yok gibidir. Konjonktürü geçici olarak dahi lehine çevirme imkânlarını tüketmiştir.

Asgari ücrette plan ne?

İktidar, asgari ücret üzerinden yeni bir imaj tazeleme hamlesi yapmaya hazırlanmaktadır. Ekonomik ve toplumsal bunalım karşısında çaresiz kalan, esasen emek yanlısı uygulamalara doğası gereği gönülsüz olan bugünkü sermaye iktidarı, asgari ücret artışını görece “yüksek” tutarak toplumda biriken isyan duygularını bastırmak niyetindedir ama memur ve emekliler de sıraya girecektir. Nitekim, koyu sarı renkteki Memur-Sen bile telafi zammı talep etmek durumunda kalmıştır. İktidar, seçim öncesinde emek-karşıtı bir çizgiye evrilen imgesini düzeltebilmek için TÜİK’i tam bir operasyon birimine dönüştürerek, özellikle TÜFE’yi baskılamak ve böylece ‘asgari ücrete TÜFE üzerinde zam yaptık’ propagandasına zemin hazırlamak derdindedir. İktidarın stratejisinin asıl önemli bölümü ise, ‘yüksek artış’ın çok iyi bilinen bir yöntemle yani enflasyon yoluyla geri alınması olacaktır. Böylece, iktidarın oluşturmak istediği ‘düşük ücret rejimi’ hızla yeniden kurgulanmış olacaktır.

Şimdi bu koşullarda, hiper enflasyona giden bir süreçte asgari ücret için bir düzey açıklamak sosyalist sol açısından mayınlı bir alandır. İktidarın kendisinin ve sermayenin bile yüzde 36’lık Yeniden Değerleme Oranı (YDO) kadar bir artışa razı olduğu bir ortamda, yoksulluk sınırının 10 bin lirayı geçtiği bir ekonomide, ÜFE’nin yüzde 54’ü ve ENAG’ın TÜFE verisinin yüzde 58’i aştığı bir ortamda ne önerilse yetersiz kalacaktır. Bu yüzden DİSK’in talebine (5.200 TL net) destek vermekle başlamak, ancak buna değerli hocamız Korkut Boratav’ın önerisini de eklemek şarttır: “2022 için aynı gelir türleri aylık enflasyon verilerine göre her ay yeniden düzenlemelidir” (30 Kasım tarihli Birgün’de çıkan söyleşi). Asgari ücret düzeyinin aylık enflasyon verilerine endekslenerek yükseltilmesi talebi savunulmadan iktidarın asgari ücret oyununa karşı mücadele edilemez.

Şunu da eklemezsek eksik kalır: Üç işçi konfederasyonunun asgari ücret konusundaki ortak açıklamaları olumlu bir gelişmedir ve önemli talepler de içermektedir. Ancak asgari ücret netinin yükseltilmesi için brüt ile net ücret arasındaki açıklığın Hazine’nin sırtından azaltılması -ki bu sermayenin de talebidir- doğru bir fikir olmayabilir. Tamam, asgari ücretin vergi dışı bırakılması -ki zaten asgari geçim indirimi yoluyla bunun çoğu zaten vergi dışıdır- artık işçi tabanına mal olduğu için bundan geri adım atılamaz. Ama daha önemlisi dilim genişletmeleridir ve burada en azından YDO’nun yüzde 50 fazlasıyla bir genişletme yapılması Cumhurbaşkanının yetkileri arasındadır; bu, mutlaka talepler arasına eklenmelidir. SGK primlerinde işçi için de beş puan indirim yapılması ise Merkezi Bütçeden SGK’ye yapılan devasa transferleri büyütmekten ve vergi mükelleflerine yeni yükler aktarmaktan başka sonuç vermez. Bu indirimin, sermaye için yapılan indirimden vazgeçilerek yapılması daha yerinde olurdu. Sermayenin brüt işgücü maliyetlerini düşürmek işçi tarafının önceliği olamaz. İşten atılmaları önlemenin daha farklı mücadele yolları vardır ve bu da sendikalaşmanın önünün açılmasına dönük bir siyasi talebin yükseltilmesine bağlıdır.

Kuran'ı ve MGK’yı arkasına almak

AKP’nin, ekonomik sıkışmanın ve bunun toplumda yarattığı infial duygularının farkında olmadığı söylenemez. Zaten kendisini iktidara getiren ekonomik kriz sürecinin bu defa kendi aleyhine çalıştığının farkında olduğundan, sahaya yeni silahlarla donanıp çıkmaya niyetleniyor. Yandaş medya, operasyon birimine dönüştürülmüş bir TÜİK, sahte TÜFE verileri derken; şimdi de arkasına Kuran’ı ve MGK’yi de alarak ‘cenge’ girmeye yelteniyor. Kuran’a dayanma meselesinin tam bir takiyye olduğu herkes için açık olmalı. AKP, 19 yıllık iktidar döneminin yarısından fazlasında, özellikle cilalı ekonomi döneminde, yabancı paraya en yüksek reel faizleri ödeyen iktidar olarak tarihe geçmiştir. Yabancı sermayeye sunulan ortalama getiri (faiz, kâr ve düşük değerli döviz üzerinden sunulan kur farkları) dolar bazında yüzde 30 ile yüzde 50 arasında spekülatif kazançlara denk gelmekteydi. (Değerli meslektaşımız Erinç Yeldan, 1 Aralık’ta kendi sitesinde yayımladığı “Memleketimden Büyük Resim Manzaraları” başlıklı yazısında bunun ayrıntılarıyla açıkladı). Bunlar kitlelerin gözüne sokulmak zorunda.

MGK meselesine gelince, tam da burada Aziz Konukman hocanın gündemimize soktuğu On Birinci Plan’ın 288 no’lu politika tedbirini bir kez daha hatırlamanın zamanıdır. MGK önüne bu ‘resmiyet’ taşıyan ifade getirilmiş midir bilmiyorum ama sıkışılınca veya iktidarın ekonomiyi kötürümleştirmesine karşı siyasi ve toplumsal tepkiler yükselince, bunun bir dayanak olarak kullanılabileceğini akılda tutmakta yarar vardır. Sosyalist solun sokak tepkileri ve meydan mitingleri, MGK’nin sermaye düzenini kollama önceliğini yeniden gündemine almasını kolaylaştırmış da gözüküyor. İktidar, askerin sopasını kendi iktidarı lehine devreye sokmaya çalışıyor. Muhalefet ittifakı, bunun seçimler üzerinde de tehdit oluşturabileceğini görerek sesini yükseltmek zorunda.

Çünkü AKP/RTE iktidarı Türkiye’de demokrasinin son kalıntısı olan sandık demokrasisini de tasfiye eden bir sürecin hazırlayıcısı olabilir. Her şeyi göze almış bir iktidar karşısında daha kararlı bir muhalefet bloğunun oluşması gerekmez mi?