Mefistofeles: “Her şey bir yana en iyi bildiklerimiz çocuklara söylenmeyebilir” Goethe (Faust’tan)

Mefistofeles: “Her şey bir yana en iyi bildiklerimiz çocuklara söylenmeyebilir” Goethe (Faust’tan)

Metin Erksan, Türkiye’de sansür hesaba katılmadan, Türkiye Sinema Tarihinin yazılamayacağını söyler. Buna sonuna kadar katılıyorum. Gerek Zeki Demirkubuz, gerekse Nuri Bilge Ceylan, çeşitli söyleşilerinde sansürün “tam belirleyen” olmadığını söylerler. Hatta sansür olmasa, düvel-i muazzamayı dize getirirdim diyen Yeşilçam’ın yönetmenlerini, ben gizli gizli tiye aldıklarını da düşünürüm. Yorumuna burada (şimdilik) girmeyeceğim.
Ama şu sansür ve oto-sansür meselesi her zaman ilgimi çekmiştir. Manevi olarak özgür olmak isteyen bir insan olarak (bu anlamda Neyzen Tevfik’in öğrencisi olmayı kendime bir vazife bilmişimdir), bu konuda sistemli şeyler yazmak gerektiğine, sansür deyince astarı yüzünden pahalı beylik sözler söylemekle yetinmenin beni hiç çekmediğine ikna olduğum için, biraz eksantrik şeyler söylemek istiyorum. Mevzu derin, buna göre bir tavır ve yaklaşım getirmek boynumuzun borcudur.
Bugünlerde Freud’un Düşlerin Yorumunu okurken, birden yıllardır özgürce yazmak istediğim bu konu gündemime girdi. Hakikat odur ki savunduğum satırları ve anlatmak istediğim şeyleri karşımda görünce afalladım. Mevzua buradan girip, birkaç hafta bu konuyla cebelleşmek istiyorum.
“… İsteklerin kılık değiştirilmemiş doyurulması olan düşler bulunduğu bir gerçektir. Ama istek doyurulmasının tanınmaz olduğu, kılık değiştirdiği durumlarda isteğe karşı bir savunma oluşturmak için bazı eğilimler bulunması ve bu savunma sayesinde isteğin kendini çarpıtılmış bir biçim dışında dışavuramaması olasıdır.”
“Aklın bu içsel olayına toplumsal bir paralellik arayacağım. Toplumsal yaşamda bir ruhsal eylemin benzer biçimde çarpıtılmasını nerede görüyoruz? Yalnızca iki kişinin söz konusu olduğu, birincinin belli bir derecede güce sahip olduğu, ikincinin de bu gücü hesaba katmak zorunda bulunduğu durumlarda. Böyle bir durumda ikinci, ruhsal eylemini çarpıtacak ya da dediğimiz gibi aldatmaca yapacaktır. Her gün yaşadığım kibarlık büyük ölçüde böylesi bir aldatmacadır…”
“Benzer bir güçlükle otoriteyi temsil edenlerin benimseyemeyeceği hakikati bilen politik yazarlar da karşılaşırlar. Eğer onları kılık değiştirmeden sunarsa otoriteler sözlerini baskı altına alacaktır –eğer sözlü olarak bildirirse söylendikten sonra, ama basmaya niyetlenirse önceden.”
“Bir yazar sansürden haberdar olmalıdır ve onu hesaba katarak görüşünü ifade edişini yumuşatıp çarpıtmalıdır. Sansürün gücü ve duyarlığına göre kendini ya belli saldırı türlerinden kaçınmaya, ya doğrudan göndermeler yerine imalarla konuşmaya ya da sakıncalı sözlerini görünüşte masum kılıklar arkasında gizlemeye zorlanmış hissedecektir.”
Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz, sansüre karşı tavırlarını ise şu sözlerde veciz olarak bulmuş oluyorlar:
“Örneğin Orta Krallık’ta iki Mandarin arasındaki çatışmayı benimseyebilir. Oysa aslında aklındaki kişiler kendi ülkesinin iki resmi görevlisidir. Sansür ne denli sıkıysa kılık değiştirme o denli fazla, okura gerçek anlamın kokusunu duyurmak için kullanılacak araçlar da o denli ustaca olacaktır.”
Demek ki yönetmenlerimize göre, sansüre karşı yapılabilecek olan “kılık değiştirmeyi, bir başka bağlama taşımayı becerebilmek, sonsuz sinemasal biçimlerden yararlanarak “kabul edilebilirin sınırlarında” kabul edilemezi ya da direniş geleneğini sürdürmek”. Aynı şekilde, bu yapılan kaçınılmaz derecede, tersine şifrelemeyi okuyabilecek bir okuyucu ya da seyirciye ihtiyaç duyar. Sinemasal olarak bu şifrelemeyi yapmanın sinema tarihinden bilinebilir ya da gelecekteki tarihte yazacak olan keşfedilmeyi bekleyen sınırsız sayıda biçimleri vardır. Hodri meydan, yeter ki sen yapabil.
Dolayısıyla, sansür/ oto-sansür konusunda haftalarca duracağız, çünkü teorik tartışmanın göbeğindeyiz.
Eğer Freud şu iddialı sözünü kabul ediyorsak durum çok daha karmaşık hale geliyor:
“Sansür ve düş çarpıtması görüngülerinin en ince ayrıntılarına dek birbirine uyuyor olması, onların benzer biçimde belirlendiğini varsaymamızı haklı çıkarır.”
Dikkat ilk salvoyu yedik. Sansürün olduğu yerde düşlerimiz bile “olağan hallerinden çıkıyor”. Aslında tam da burası sanatın doğduğu yerdir. Çünkü esasen Psikanalitik olarak SANATSAL YARATI BEN İLE ÜST-BENİN ÇATIŞMASINDAN DOĞAR. Yani ego gerçeklik tasarımına göre, gerçeklikle ilişkisi içinde bir dünya tasavvuru yapar ve yaşamak ister. İster gerçekliğin sınırları, isterse iktidarın içimize yerleşmiş en katı formu olan üst-ben ise bunları kontrol etmek ya da ahlaki ilkelere göre sınırlandırmak, hizaya getirmek, suçlamak, kötülemek, sindirmek, sınır koymak için vardır.
Dolayısıyla aslında birinci çatışma, ego ile süper-ego arasındaki çatışmada ortaya çıkıyor. Yaşanamayan anlar, mahrum olanların kompanse edilebilmesi için, yaşamın bir tür ikamesi olarak “sanatsal yaratı” en iyi terapi etkisine sahip uğraşılardan biridir. Ben şaka yolla şöyle diyorum konuşmalarımda: “Sanat gerçekten “hastaların” kendilerini terapi etme çabasından doğar.” Dahası buna örnek olarak bir başka gerçeğe başvuruyorum. Sanatın piri Shakespeare’in büyük eserlerinde soytarının rolüne.
Soytarılar toplumun en itibarsız insanlarıdır, aynı zamanda yerleşik kodlarla uyumsuz olanıdır. Soytarı genel olarak bir tür “aşağılama” için niteleyici olarak kullanılır. Buna karşın Shakespeare’de soytarılar, bir insanın fark edemediği, kendine sistematik olarak yalan söylediği yerlerde, gerçekliğin öteki suretini dile getiren insanlardır. Konuşmaları acıdır, hakikati ve yüzleşmekten kaçınılanı söylerler. Bu anlamda sanatçılar, kendilerinin tedavisi için, çektiklerini dışavurmak ya da hakikatin öteki suretini dile getirmek için yola çıktıklarında, daha baştan “egemen ile çatışmaktadır” ve yapısı gereği bütün büyük yaratılar “acı konuşur” ve “bastırılanı dile getirir”, dolayısıyla sanat bir direnme biçimidir. Soytarılar yalnızca acı konuşmaz, aynı zamanda yerleşik olan ile yapısal bir biçimde uyumsuzdur. Hakikat düzene uyum göstererek, onun bir parçası olarak değil, düzeni soyutlayıp, düzenin sınırlarını görebildiğinde ortaya çıkar. Uyumsuz olan sanatçı, aslında gerçekliğin sınırlarını ya da iki yüzlülüklerini görebilendir. Toplumsal yaşamda içinde kaybolan değil, içinde olup bitenin ihmal edilen yanını gündeme getirendir. Sanatçı vicdanlı insandır, tam da bu nedenle bir meramı vardır. Bunun için açıkça denildiği gibi “Kelle fiyatına özgürlük bedava”.