Salgının bilançosu dünya çapında ağırlaşıyor. Bu tablo da beraberinde çok boyutlu tartışmaları getiriyor. Yeni bir döneme mi giriyoruz? Kapitalizmi korona mı yıkacak? Piyasa egemenliğinin sonuna mı gelindi? Bu soruları ve daha nicesini yanıtlamak için henüz çok erken. Ancak bildiğimiz bir gerçek var. Kapitalizm ve onun üzerine kurulan modern devlet, soldan gelen politik bir irade ve program olmadan kendi başına daha halkçı, daha toplumcu bir düzene evrilmez. Aksine egemen güçlerin kâr hırsı ve toplum üzerindeki denetimi arttırma hevesi bu sağlık krizini arkasına alarak daha baskıcı modellere dönüşebilir. Nitekim salgının yaşamı felç ettiği birçok ülkede bunun emareleri mevcut.

Türkiye’de vaka sayısı hızla tırmanırken Sağlık Bakanı “Herkes kendi OHAL’ini ilân etsin” dedi. Şüphesiz bu ifade ilk başta yurttaş bilincini arttırmaya yönelik bir çağrıymış gibi kulaklarda çınlıyor. Fakat devletin emekçi yurttaş lehine sorumluluk almadığı bir durumda ‘kendi OHAL’ini ilân etme’nin sınıfsal bir ayrıcalık olduğu gerçeğini gizliyor. Geçimi patronun iki dudağı arasında olan, üç kuruş maaş için atölyelerde, fabrikalarda, inşaatlarda, tersanelerde çalışmak zorunda kalanların “OHAL’imi ilân ettim, evde kalıyorum” deme lüksü yok. Bu gerçeği, iktidarın büyük bir marifet gibi açıkladığı ‘ekonomik önlem paketi’ ile birleştirdiğimizde ortaya tek bir gerçek çıkıyor. Mevcut rejim, en yaşamsal durumda dahi önceliği halka değil patronlara veriyor.

Hâl böyleyken hizmet sektöründe işsizlik çığ gibi büyüyor, birçok iş kolunda işçi kıyımı yaşanıyor, ücretsiz izne mahkûm edilenlerin sayısı artıyor. Şirketler izne ayırdıklarını yıllık izninden düşüyor…

Yurttaş bilincine gelince, orada da hazin bir durumla karşı karşıyayız. Umreden gelenlere karantina kararı çıkmadan evvel AKP teşkilâtları kapı kapı dolaşıp hayırlı olsun ziyareti yapıyordu. Daha geçen haftaya kadar CHP dahil olmak üzere siyasi partiler sanki hiçbir şey olmamış gibi salon toplantılarını sürdürüyordu. Karantinadan otobüs kiralayıp kaçanlar, davullu zurnalı asker uğurlamalar, kahvehanelerde kaçak oyun oynamalar, parklara ve bahçelere akın etmeler…

Bütün bunları basit bir bencillik ya da zıvanadan çıkma haliyle açıklamak mümkün değil. Kriz durumlarında birlikte hareket etmek, toplumsal bilinçle sorumluluk almak, sahici bir dayanışma pratiği örmek toplumda ‘kendiliğinden’ ortaya çıkmıyor. Sözünü ettiklerimizin hem toplumsal hafızada canlı tutulması hem de gündelik hayatta yeniden üretilmesi gerekiyor. Bu da ancak kamucu hedefler etrafında şekillenen örgütlü bir toplumla mümkün. Son 40 yıldır devlet eliyle sol/sosyalist ve cumhuriyetçi siyaset üzerinde kurulmuş abluka böylesine kriz dönemlerinde toplumun tümünün aleyhine işliyor.

İktidarın İtalya başta olmak üzere salgının ağır hasar yarattığı ülkelerdeki beceriksizlikten ders çıkarması beklenirdi. Ancak ‘yaşayarak görmeyi’ tercih ettiler; başta alınması gereken tedbirleri toplumu ‘kıvama getirerek’ tedricen uygulamak gibi bir metot belirlediler. Önümüzdeki günlerde tablo daha vahim hale gelirse nedeni budur. Alelacele alınan kararlarla bu süreç yürütülemez. Örneğin gerçek manada bir karantina uygulamadan, ücretli izni devlet eliyle mecburi kılmadan 65 yaş üstündekileri zorunlu bir biçimde evde tutmanın çözüm olmadığını herkes biliyor. Belirli bir yaş grubuna özgü sokağa çıkma yasağının saçmalığı bir yana, durumdan vazife çıkaran kimi mülki amirler cumartesi akşamından itibaren ‘muhbir vatandaşa’ görev biçerek akıl sınırlarını zorlamayı sürdürüyor.

İktidar, evlerine çekilenlerin yaşamını kendi ajandasına göre biçimlemeye çalışıyor. İnsanlar ne yer ne içer; elektrik, doğal gaz faturasını nasıl öder diye düşünmüyor ama ‘ibadet et’ diyor, ‘çoğal’ diyor, ‘sadece beni takip et’ diyor. Yandaşların arasında eve kapanma zorunluluğunu ‘lütuf’ olarak gösterecekler bile var. Ne de olsa CB, Saray’ında sıradan insanın ev maliyet hesabından bağımsız bir biçimde oturuyor ve otururken de yeni yetkilerle donanmaya devam ediyor. Meselâ nitelikli doğal koruma alanlarına izin verme yetkisi Saray’a devrediliyor. Kim bilir bu hengâmede daha hangi yetkiler daha kendisine devredilmeyi bekliyor.

Erdoğan’ın salgın esnasında izlediği yöntem, ‘artıları’ kendi hanesine yazıp hataları muhaliflere yazdırma stratejisi üzerine kurulu. Daha önceki krizlerde bu strateji işledi ama şimdi işlemiyor. Cep telefonuna gelen ‘evinde kal’ mesajı, hafta başı mesai yapmak zorunda kalan emekçide buruk bir yüz ifadesine dönüşüyor. Şurası çok açık, koca bir toplum olarak baş başa kaldık. Bu süreç önceliklerimizi değiştirecek, ilişkilerimizi değiştirecek, beklentilerimizi değiştirecek ve politika bundan kaçınılmaz bir biçimde etkilenecek.