İnsanları mutsuz eden bir sürü faktör var. Bunların bazıları gerçekten de yaşanmış olaylardan kaynaklanırken birçoğu da hiçbir somut nedene dayanmayan kuruntular, şüpheler ve dedikodular. Son yıllarda sosyal medya da bu mutsuzluğumuzun en büyük sebebi. Hepimiz birbirimize laf yetiştirmeye çalışıyoruz.

Ülkenin siyasi alandaki kutuplaşması özellikle Twitter’da bireysel arenaya dönmüş durumda. Özel hayatlarında yakından tanıdığım insanlar bambaşka bir profille karşıma çıkıyor bu sanal ortamda. Kaba saba biri yazdıklarıyla bir centilmene, sivrisinekten bile korkan biri bir cengavere, demokrat geçinen biri birden ahlak bekçiliğine dönüşebiliyor.

İnsanların iyi niyetle yazdıkları, objektif kriterlerden ziyade, bu etkileşimden alacakları beğenilerin hesabını yapan iflah olmaz bir eleştirmenler korosu tarafından yerden yere vuruluyor. Cevap versen bir türlü cevap vermesen bir türlü.

Bir defa hemen hemen her yorum, kimsenin kontrol altına alamadığı “benim dediklerim doğrudur” düşüncesinden kaynaklanıyor.

Müzikte de böyle, sinemada da, siyasi konularda da. Son günlerde özellikle göçmenler konusunda eleştiri dozu tavan yaptı. Faşistlik, ırkçılık, kafatasçılık’la suçlanmak almış başını gidiyor. Bu konuda Afgan ve Suriyeli göçmenlerin artık ülkelerine dönmelerini istemek neredeyse insan hakları ihlaliyle özdeş oldu.

Göçmenlik çok zor. Kimse isteyerek göçmen olmuyor. Yeni bir yaşam umuduyla teknelerle azgın denizde mücadele etmek ya da kapalı tırlarda havasızlıktan boğulma tehlikesiyle bilinmedik ülkelerin bilinmedik topraklarına ayak basmak hiç de kolay değil. Bir de gittikleri yerlerde karşılaştıkları hem kültürel hem ekonomik zorluklar da işin cabası. Ama Türkiye bunu sadece yardımseverlik için değil de Avrupa Birliği’nin zorlaması ve belli bir ücret karşılığında yapınca bir vatandaş olarak ben de bu durumdan memnun değilim. Dileğim bir an evvel ülkelerindeki şartların normalleşmesi ve ülkemizde zorunlu ikamet eden bu insanların yerlerine yurtlarına, vatanlarına geri dönmeleri.

Gündemi işgal eden bir diğer konu ise Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı’nın hazırladığı ‘İstanbul’ filmi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yaptırdığı ikinci tanıtım filminin de yine büyük bir tepkiye yol açması.

Ben şunu anlamıyorum bu bir belgesel değil. Her ülke ya da şehir tanıtımını turist çekmek için yapar. Siz Mısır’ın tanıtımında piramitlerin girişinde sürekli para isteyen dilencileri gördünüz mü? Ya da Hollanda’da parkta vücutlarına eroin enjekte eden eroinmanları.

Tamam çok ütopik ve her birimizin imrenerek izlediği bir şehir var ortada.

Oyuncular tipleriyle kılık kıyafetleriyle tam bir Avrupalı. Şehir tertemiz trafik yok.

Neşe var eğlence var dans var hatta bale var. Yurt dışında yaşayıp İstanbul’u görmek isteyen olası turistler, kara sakallı sarıklı adamlar, çöp toplayan insanlar, feci bir trafik ve her tarafı betonlaşmış bir şehir görselerdi gelmek isterler miydi İstanbul’a?

Sinema sihirdir dostlar. Ve de beyazperdede gördüğümüz hiçbir şey ‘belgesel değilse’ gerçek değildir. Zaten sihri de buradadır. Senaryo, oyuncular, kamera açıları, diyaloglar, kostümler, ışık, ses, görüntü, hareket ve nihayetinde yönetmen bize bu dünyayı sunar. Aslında bana sorarsanız bu film aslında bir özeleştiri de. AKP iktidarının İstanbul’u ne hale getirdiğinin, nelerin gösterilmemesi gerektiğinin özeleştirisi.

Filmde iktidarın çok övündüğü yollar, viyadükler, köprüler, gökdelenler yok. Özlediğimiz İstanbul var aslında bu filmde. Ben bu ‘hayal ürünü’ filmi çok sevdim.

İstanbul’u bu hale getirenler eğer yurtdışında yalancı konumuna düşmek istemiyorlarsa bir an evvel göz bebeğimiz İstanbul için çözümler üretmeli ve bu mirası yeniden tüm dünyanın kültür sanat ve turizm merkezi yapmak için harekete geçmelidirler.