İktidarın yas tutmama lüksü

İLKER KÜÇÜKPARLAK*

İnsan neresinden bakarsanız bakın garip bir canlı. Mesleğime olan ilgimin canlı kalmasının en önemli nedenlerinden birisi muhtemelen bu garipliği. Aslında en kısa özetiyle insan doğar, yaşar ve ölür. Bu cümle insanın en temel gerçekliğini aktarmasına karşın yaşamın öncesi ve sonu hakkında düşünmeyi pek sevmez insan türü, yani en temel gerçeği üzerine düşünmekte oldukça beceriksizdir. Marsa roket gönderir ama çocuğu “Ben nasıl doğdum” diye sorduğunda doğru yanıtı verdiğinden emin olamaz. Uzmanına danışmak ister ve uzman da başka bir takım uzmanlardan öğrendiğinin verdiği uzman özgüveni ile doğrusunu öğretir. Kriz çözülmüştür, ta ki çocuk tatilde çiftleşen köpekler görene kadar… Sonra çocuk bu işte, ölünce ne olacağını sorar. Bu aslında nasıl doğduğundan daha zor bir soru olabilirdi ama inanç sayesinde kısmen hasarsız atlatılabilir.

İnsan yaşamına devam edegeldiği süre içinde ölümle ilgili düşünmez, ölümlü olduğu gerçeğiyle ilişkisini “bilip de bilmezden gelme” şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu kaçınılmaz gerçeği tekrar tekrar hatırlamamak için ölümden bahsetmez ya da mezarlıktan geçmez. Ölümlü olduğu gerçeğini kısmen inkar ederek yoluna devam ediyorken bu kez de yuvarlak rakamlı o yaşlar işi bozar. 39 ile 40 yaş arasında sadece 1 yıl varmış gibi görünebilir, eğer 39 yaşında değilseniz. Ölüme yaklaşıldığı gerçeği bu yaş dönümlerinde krizler halinde hatırlanır, sonra ya inanca sarılarak ya dünyaya kalıcı bir iz bırakabileceğini varsayarak ya da “kırkından sonra azarak” bu gerçekle bir şekilde baş etmeye çalışılır işte. Kaçınılmaz bir durumla ilgili olarak oldukça gayretkeş bir çaba, öyle değil mi? Dediğim gibi insan pek çok açıdan garip bir canlı.

Bu gayretkeş çabanın içerisinde bir yerde insan kaçınılmaz olarak ölümle karşılaşacaktır. Talihsiz biçimde ilk karşılaştığı ölüm kendisininki olabilir ama daha yüksek olasılıkla önce sevdiklerinden birisini yitirecektir. Böylelikle yaşıyor olmanın en temel gerçeği ölüm olmasına karşın insan her ölüme hazırlıksız yakalanacaktır. Her ölüm erken ölümdür de ölümün kendisinden değil insanın bu şekilde ne zaman olursa olsun hazırlanamayacağından ötürü. Hadi o meşhur yas aşamalarına bu açıdan bakalım: Şok, inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. İnsan üstbilişsel yetenekler geliştirdiği anda kendisini geçmişte ve gelecekte de temsil edebilmeye başladı ve gelecekteki temsil kendi ölümlülüğü gerçeği ile tanışmasına neden oldu. Hiç memnun olmadığı bir tanışma. Sonrasında da bu gerçeği olabildiğince ihmal ederek yoluna devam edebildiği için hayatın en temel gerçeği olan ölüm durumuna verdiği ilk tepki şok oluyor.

Özetle insan ne koşulda olursa olsun ölümlülük gerçeğine karşı zayıftır. Bazı özel durumlar insanı ölümle karşılaştığında daha da kırılgan yapar. Genç birinini ölümü, cinayet hatta katliam sonrası travmatik ölümler durumu daha da zorlaştırır. Bütün bu şok, inkar, pazarlık vs gibi aşamaları atlatabilmesi için çok önemli bir bileşene ihtiyaç duyulur: Diğerinin tanıklığı. Fakat bu tanıklık duyguyu da barındırması gerekmektedir. Dolayısıyla kültürde bir kayıp sonrası yas tutan kişinin yasına hürmet edilir. Köyde düğün yapılmaz, mahallede müzik açılmaz. Verilen mesaj kaybın dolayısıyla yaşadığın acıya tanıklık ediyorum ve hayatıma bir şey olmamış gibi devam etmiyorumdur. Hele kaybın çalışılmasını zorlaştıran unsurların varlığında artık köy ya da mahalle değil daha geniş ölçekte tanıklık işlevi gerekebilir. Bunun kurumsallaştığı nokta ulusal kavramıdır. Hatta küresel köye dönüşen dünyamızda travmatik yas süreçlerine başka uluşların da tanıklık ettiğini görebiliriz.

Gördük de. Atatürk Havalimanı’na yapılan terör saldırısından sonra Polonya-Portekiz futbol maçında ve Fransa Parlamentosu’nda saygı duruşu gerçekleşti, Eiffel ve Brandenburg Kapısı kırmızı beyaz renklere büründü, Amsterdam Kraliyet Sarayı’na Türkiye Bayrağı yansıtıldı. Dünyada bu sahneler cereyan ederken Türkiye’de Osmangazi Köprüsü’nün açılışı vardı ve Başbakan tarafından teröre karşı en iyi mesajın bu olduğu gerekçesiyle balonlu-konfetili bayram havasında bir kutlama yapıldı. Aslında iktidarın bu konuda sicili kabarık. Soma maden faciasının hemen üzerine maden ocağının kapısında selfie değil Selvi çekilen yazar daha sonra iktidar partisinden milletvekili adayı olacaktı. Reyhanlı patlamasının olduğu gün oğlunu evlendiren Burhan Kuzu sosyal medya üzerinden yaptığı “Elim bir olay yaşandı, bu da düğünümüzün tadını kaçırdı” açıklamasının hesabını verdi mi bilemiyorum. Son olarak Beyoğlu’ndaki IŞİD saldırısından 1 gün sonra devletin en tepesi düğün yapmakta hiçbir sakınca görmeyecekti.

Bu iktidar yas tutmaktan aciz mi yoksa? Duyarsız, taş kalpli insanlardan mı oluşuyor? Bilemiyorum ama öyle olsa bile samimi olmayan matem tavırları göstermeleri makul olmaz mıydı? Kaldı ki iktidarın cisimleştiği Tayyip Erdoğan’ın zaman zaman kameralar önünde hüzünlenebildiğini, bunda beis görmediğini biliyoruz. Daha önce kendi annesi Tenzile Erdoğan’ın cenazesinde, bir kadın etkinliğinde konuşmacının iki çocuk annesi olmasına rağmen ömründen kendi ömrüne nakil yapılmasını talep ettiğini duyduğunda, Mısırlı Esma’nın babasının kızına yazdığı mektubu okunduğunda ve 1980’de idam edilen Mustafa Adalı’nın annesine yazdığı mektubu okurken ağladığını hatırlıyoruz. Dolayısıyla diğer durumlar için Reyhanlı için, Ankara için, İstanbul için, Soma için yas tutmamayı tercih eden bir iktidarla karşı karşıyayız. Mısırlı Esma’nın cenazesini kıldıramayan babasının acısını paylaştığını ifade eden iktidarın Rojava’da ölen Aziz Güler’in cenazesini ailesine teslim etmemesini nasıl açıklayacağız? Mustafa Adalı’nın annesi ile vedalaşamamasına üzülen birisinin Gülsüm Elvan’ı meydanlarda nasıl yuhalatabiliyor? Konu sadece bizim cenah-karşı cenah meselesi mi? Peki Reyhanlı için Sünni vatandaşlarımız öldü cümlesini bizzat kurmuşken yas tanıklık edememe halini nasıl açıklarız? İstiklal Savaşı şehitleri için hüzünlenen iktidarın ölen askerlerin hatırlatılması üzerine keyfi kaçıp “Askerlik yan gelip yatma yeri değil” demesini peki?

Bu tablodan kabaca şöyle bir sonuca varmak mümkün: İktidar kendi sorumluluğunun olduğunu hissettiği toplumsal travmalar için tanıklık etmeyi reddediyor. Çatışmada ölen askerlerin de Reyhanlı’da patlayan bomba sonucu hayatlarını yitiren sivillerin de, Soma’da ölen işçilerin de, Torunlar İnşaat’te ölüveren işçilerin de vebalinin kendi üzerinde olduğunu hissediyor ve tanıklık etmeyi reddediyor. Çocuğunun canı yandığında üzüntüsünü aynalamak yerine çocuğu güldürmeye çalışan o beceriksiz ebeveyn gibi yas ilan etmiyor, survivor izletiyor. Canı yanan çocuğu yatışmayınca hiddetlenip çocuğunu döven psikopatik ebeveyn gibi itiraz edeni daha da büyük gaddarlıkla hırpalıyor, barış talebiyle gerçekleşen eylemleri gaza boğuyor. Çocuğun canını ya kendi yaktığını ya da ihmali sonucu kaçınılmaz olarak canının yandığını biliyor ki çocuğun ağlamasını yardım duygusundan çok kurtulması gereken bir tatsızlık hissiyle karşılıyor.

Özetle rüşvet iddialarını nasıl bastırdıysa, farklı zamanlarda farklı kesimlerce kandırıldığını iddia etme hakkını kendisinde neden görebiliyorsa, kazanamadığı bir seçimin ardından yasallığı tartışılmakla beraber meşru olmayan yollarla hükümet kurma görevini devretmeden yeni seçime nasıl gidebildiyse iktidarı olduğu ülkenin insanının yasına da ondan tanıklık etmeyebiliyor: Hesabını vermek zorunda hissetmiyor çünkü elindeki aygıtlar ve kutuplaşmış toplum yapısında algıyı yönetmekte hiç zorlanmıyor.

2. Dünya Savaşı sonrası insanın içinden böyle kötücül -adeta canavar- bir varlığın nasıl türeyebildiği sorusu sosyal psikoloji disiplinini doğurmuştu. Sosyal psikoloji doğduğu yerden çok da uzağa gidemedi, ikonik deneylerle insanın tanıksızlık ya da hesap vermeme hallerinde şaşırtıcı bir hızla canavarlaşabileceğini gösterdi. Hesap verme zorunluluğunun olmayışının bir siyasi yapıya nasıl olup da burnunun dibindeki bir yas sürecine duyarsız kalabilme lüksünü kazandırdığına tanık olmaktayız. Ülke son 10 yılda devasa bir sosyal psikoloji laboratuvarı haline geldi. Sosyal psikolojiyi kitaptan okumayı tercih ederdim doğrusu.

*Uzm. Dr., Psikiyatrist