İktidarınızı nasıl alırdınız?

Bir ürünü tükettiğimizde, ürünle birlikte üretim ilişkilerini, sömürüyü, eşitsizliği de bünyemize katıyoruz. Her ürün bir bellek gibi, tüm üretim sürecini içinde barındırıyor. Ürüne bağlanıyoruz ve bedensel ve zihinsel kompozisyonumuz değişiyor. “Ne yersen, osun” demişler, doğru. Ürünlere bağlandıkça kapitalist makinenin parçalarına dönüşüyoruz.

Küresel markaların hamburgerlerini yemiyoruz sadece, yediğimiz kapitalist sistemdir. Uzmanlar bu tür besinlerden uzak durmamızı tembihliyor ama kapitalizmden uzak durmamızı söyleyen yok. Besinler değil, kapitalizm öldürüyor.

Ürünler, acının, kederin kompakt formları. Herkes biliyor, marka giysilerin üç kuruşa yoksulların kanı ve teriyle dokunduğunu. Herkes biliyor, oturdukları konutun harcının emekçilerin acı dolu hayatlarıyla karıldığını. Herkes biliyor, yedikleri hamburgerlerin katledilen hayvanların acısıyla pişirildiğini. Biliyor da, kimlik gözlerini kör etmiş, tükettikleri marka ürünlerle kendilerini kimlikli bir özne olarak kuracaklarını sanıyorlar ama hepimiz kapitalist montaj hattında monte edilen sıradan parçalarız. Kapitalist ilişkiler bedenimizin yer ve işlevini değiştiriyor ve kendimizi montaj hattında buluyoruz.

Hamburgerciden içeri giriyor ve kasaya yaklaşıp kişisel tercihimizi İngilizce sözcüklerle telaffuz edebilmenin kimliklendirici gücüyle siparişimizi veriyor ve bekliyoruz. Tezgâhın arkasında çalışanların kederleri bedenlerinden okunuyor. Üretim bandındaki bedenler güçsüz. Ama yüzlerinde müşteriyi memnun edici maskeler var. Kimlik kazandığımız yanılsamasına kapılıyoruz, oysa montaj hattında sırasını bekleyen kimliksiz parçalarız, tıpkı tezgâhın arkasında adını sanını bilmediğimiz, tek tip üniforma giydirilerek şirketin kimliğine büründürülmüş yorgun bedenler gibi. Tezgâhın arkasındakilerin yaptıkları tek şey, menüyü müşteriye monte etmek. Montaj hattında parçalar birbirine monte edildiğinde kapitalist makine tıkır tıkır işliyor. Ve biz, üretim bandındaki tüm kederi, sömürüyü, acıyı bünyemize katarken nasıl neşeli ve kudretli bedenler olabiliriz ki? Yunus Emre söylemişti: “Yedikleri yoksul eti, içtikleri kan olmuştur.”

Öğünler komünyon ayinlerini andırıyor. Yediğimiz, İsa’nın bedeni; içtiğimiz, İsa’nın kanıdır. Dinler başlangıçta, paylaştıkça birlikte kudretlenecek toplumsal bir beden kurmayı savunurken, şimdi nedense sadece yoksullar üretim bantlarında çarmıha geriliyor ve hep birlikte yoksulların etini yiyor, kanını içiyoruz. Kapitalizmin bize yedirdiği, kendi bedenlerimizdir. Tükettikçe tükeniyor ve gücümüzü yitiriyoruz. Bize dinden, öte dünyadan, öte dünyadaki zenginliklerden söz edenler güçlerine güç katıyor, semirdikçe semiriyor ama bizler eksiliyoruz. Yitirdiğimiz bedenimizdir, yeryüzüdür.

Hıristiyanlığı yaymak ve yoksullara acı çekmeyi vaaz etmek üzere Portekiz’den Brezilya’ya gönderilen başpiskopos Sardinha, yerli halk Tupinamba’lar tarafından parçalanıp bir güzel yenmiş. Tupinamba’ların yamyam oldukları söyleniyor.

Belki de Tupinamba’lar komünyon ayinini metaforik değil, düz anlamıyla anlamış ve İsa’nın temsilcisi olduğunu söyleyen başpiskoposu düzenledikleri komünyon ayininde yemiş olabilirler. Hıristiyan olmalarında piskoposun sözlerinden çok, damaklarında bıraktığı etin lezzeti etkili olmuş olabilir. “Ne yerseniz, osunuz”. İktidarın söylemlerinden çok, ruhları ve zihinleri biçimlendiren yediklerimizdir. Bizim de yamyam olduğumuz söyleniyor. Hamburgerin damaklarımızda bıraktığı ize tutundukça kendimizi montaj hattındaki parçalar olarak bulduk. Kudretli toplumsal beden parçalanırken gıkımız çıkmadı, çünkü damaklarımızda etin tadı vardı. “İktidarı yedirtmeyiz” demelerine bakmayın, marine ederek yedirtiyorlar ve iktidarı gözü kapalı mideye indiriyoruz. “Yedikleri yoksul eti, içtikleri kandır.” İktidarın dokusunda yoksulların eti ve kanı var. Ve iktidarı yedikçe kendimizi tüketiyoruz. İktidarınızı nasıl alırdınız?