İşte böyle bir ortamda Osmanlı’nın son döneminde cesaretle hürriyet mücadelesi verenleri, Mustafa Kemal ile bu mücadeleyi zafere taşıyanları ve 1960 ile 1970’li yıllarda Cumhuriyet kazanımlarını müdafaa eden Denizleri anmak gerek. İplerini kaptırmayan bir ülke olmanın yalnızlaşmayla olmayacağı gibi teslimiyetle de gerçekleşmeyeceğini hatırlamak gerek.

İktisadi bağımsızlık

MURAT KUBİLAY

1838’de imzalanan Baltalimanı Ticaret Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu gümrüklerinin kontrolünü yitirdi. Süreklilik kazanmış kapitülasyonlarla yerli üretimin rekabet gücü kırıldı ve kamu harcamalarının finansmanı önce iç, sonra dış borçla ancak sağlanabildi. Merkez Bankası işlevini yürüten Osmanlı Bankası bile Britanya ve Fransa sermayesinin elindeydi. Devlet hazinesinin 1876’da iflasıyla mali kontrol de Duyun-i Umumiye’ye bırakıldı. Ağır savaş mağlubiyetinin ardından Sevr Antlaşması ile iktisadi bağımsızlık 1920’de bütünüyle yitirildi.

Müstemleke hale düşmüş bir ülkeyi kurtarabilmek zor koşullardaki bağımsızlık savaşıyla mümkün oldu. İktisadi bağımsızlık için siyasi bağımsızlık gerekli ancak yeterli değildi. Millileştirme, sanayi planları, kamu teşebbüsleri ve eğitim seferberlikleri ile dengeli dış politika neticesinde orta büyüklükteki bir ülkenin ulaşabileceği iktisadi bağımsızlık kazanıldı. Temel sanayi oluşturuldu, tarımsal üretim yabancı rekabetten korundu, yurtiçindeki yabancı tekeller ve bankacılık sistemi millileştirildi. Nihayetinde yerli bir merkez bankası kuruldu ve Osmanlı kamu borçları kapatıldı.

Bu kısa süreli dünyaya meydan okuma 2. Dünya Savaşı ile son buldu. Henüz yeterince rekabetçi olunmamasına rağmen 1947 gibi erken bir tarihte küresel ekonomiye eklemlenme süreci başladı. Batılı devletlerin Türkiye’ye biçtiği tarım ve madencilik ülkesi rolüydü. Düzenlilik arz eden dış ticaret açıkları önce dış borçlara ve nihayetinde ekonomik krizlere dönüştü. Onur kırıcı borç yapılandırmaları ve hibe talepleri olağan hale geldi.

Diğer taraftan Cumhuriyet’in ilk kuşağının çocukları tam bağımsızlık şiarıyla Batı kapitalizminin hammadde tedarikçisi ve küçük pazarı olma dayatmasına karşı örgütlendi. Devlet bürokrasisinin de katkılarıyla bir taraftan ağır sanayi hamlesi başlatıldı, diğer taraftan milli bilinçten sonra sınıfsal bilincin de temelleri atıldı. 1971 sonrasında ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmi ile küresel sermaye ve onların yurtiçindeki ortaklarına karşı zorlu bir mücadele verildi. Fakat hem dönemin ruhu hem de kapitalizmin gücü baskın çıktı. 1923’te kanla kazanılan, ardından eğitim devrimi ve sanayi atılımlarıyla güçlendirilen bağımsız Türkiye; 1947’den sonra zayıfladı, 1960 ve 1970’lerdeki direnişe rağmen 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Darbesi’yle küresel sermaye ve Batı kapitalizmine mağlup oldu.

Yeni dünya düzeninde Türkiye gibi ülkelerin önü kısmen açılmıştı. İktisadi bağımsızlıktan feragat karşılığı yabancı sermayeyle desteklenme ve Avrupa’nın kıyısında yarı sanayileşmiş ülke olma görevi Türkiye’ye verildi. Fakat plansız serbestleşme ve dışa açılmanın sonucu süreklilik arz eden ekonomik krizler oldu; rekabet gücü yaratmanın tek yöntemiyse çalışan kesimlerin fakirleşmeyle aza tamah etmesiydi. Yalpalayarak ayakta duran Türkiye ekonomisi; yüksek kamu borcu, bankacılık krizleri ve Marmara depreminin ardından 2001’de tuş oldu.

IMF denetimi şartıyla ve özelleştirmeler karşılığında küresel alacaklılar Türkiye’nin iflasına müsaade etmedi. Sıcak parayla tüketimin tetiklendiği; fakat eğitimdeki bozulma ve sermayenin verimsiz alanlara akmasıyla üretimin geri kaldığı; neticesinde dış açığın yeni normal olduğu bir ekonomi modeline geçildi. Yerli bankalar ve kamu iktisadi teşekkülleri çoğunlukla yabancı sermayeye kaptırıldığı gibi 2018 itibarıyla dış borç rekor düzeylere erişti. Dış ticaretteki rekabet zayıflığı TL’nin değer kaybı ile dengelenmeye; yani toplumun satın alma gücünün düşürülmesiyle sağlanmaya çalışıldı. Çin ve Rusya; Türkiye’nin yoksullaştıran büyüme politikasından en kazançlı çıkan ticaret ortakları oldu. Avrupa ve ABD ise Türkiye’nin dış borç finansmanını sağlayan ve dünya genelindeki 0 faiz yerine daha fazlasını kazanan kreditörlerdi.

Modern anlamda müstemleke memleket haline düşüldü; ticari ve finansal bağımsızlığın yitirilmesiyle Körfez bölgesi yatırımlarına muhtaç hale gelindi. Pandemi ile iktisadi yıkım hızlandı; kurtuluşun yeni bir IMF anlaşmasıyla sağlanabileceğine dair kamuoyu oluşturuldu. Eksik kalan dış politik ve iç siyasi koşulların önümüzdeki 1 yılda uygun hale getirilmesiyle; kurtuluş gibi görünen ama aslında modern anlamda iktisadi bağımsızlıktan feragat anlamına gelen son adımlar da muhtemelen önümüzdeki yıllarda atılacak. Ulusların birbirine olan ticari ve mali bağlılıkları sanki eşit koşullarda ve denk biçimdeymiş gibi sunularak tam bağımsızlığın geri kalmış ülkelerdeki popülist milliyetçi bir söylem olduğu tekrarlanacak. Kötü gidişattan yalnızca iktidar suçlu tutularak, bu iktidarın bir sebep olduğu kadar bozuk küresel düzenin doğal sonucu olduğu göz ardı edilecek. Türkiye’ye 1920’de biçilen rolün modern bir sürümü tek çıkış yolu olarak gösterilecek.

İşte böyle bir ortamda Osmanlı’nın son döneminde, cesaretle hürriyet mücadelesi verenleri, Mustafa Kemal ile bu mücadeleyi zafere taşıyanları ve 1960 ile 1970’li yıllarda Cumhuriyet kazanımlarını müdafaa eden Denizleri anmak gerek. İplerini kaptırmayan bir ülke olmanın yalnızlaşmayla olmayacağı gibi teslimiyetle de gerçekleşmeyeceğini hatırlamak gerek.