“İnsan yüzü kızarabilen hayvandır”. Böyle kalıp sözleri sevmem de, pek bilmem de.

“İnsan yüzü kızarabilen hayvandır”. Böyle kalıp sözleri sevmem de, pek bilmem de. Ama bu sözü bu günlerde o kadar sık hatırlıyorum ki: Bir on yıl kadar önce bir öğrencimden duymuştum; aydınlık suratlı, dersi aksatmayan, anfinin arka sıralarında tek başına oturan bir oğlan; o da lisedeki (ya Etlik ya da Keçiören Lisesi idi) hocasından duymuş.

Koca koca insanlar; yazar, gazeteci, terör ‘uzman’ı, bilim ‘adam’ı vb…, diyorlar ki, “bu, kitap falan değil, doğrudan doğruya örgütsel doküman; çünkü farklı renklerden kalemlerle kaydedilmiş, farklı ellerden çıkma notlar var sayfa kenarlarında; üstelik bazıları emir kipindeki talimatlar: Örgüt tarafından yazdırılmış olduğu açık”.

Hepsinin ar damarı çatlamış da, bazılarının beyin sinirleri de dumura uğramış: Esas önemli olan, kayıp bir yüz sayfa varmış, işte oymuş; zira, gerçek suç delilleri o bölümdeymiş; polis de savcı da asıl bu sayfaların peşindeymiş; ama, henüz ele geçirememişler.

Bunlar arasında hele bir tanesi var ki, evlere şenlik. Televizyonlarda ona rastladığımda, en az elli yıl önce, daha çocukken gördüğüm bir karikatür geliyor aklıma: Adam, otomobil alacak; satıcıyla birlikte deneme sürüşüne çıkıyorlar; meyil aşağı epey bir gidiyorlar; ama ilk yokuşa geldikleri anda araba duruyor, gitmiyor; birlikte inip arabanın kaputunu açıyorlar; ama içeride yok; müşteri büyük bir kızgınlıkla satıcıya “bu ne rezalet diyor”; satıcı ise gayet pişkin, hatta övünerek, “anlayın işte” diyor, “arabamız ne kadar kaliteli; motorsuzken bile bu kadar yol geldi, düşünün hele bir de motorlu hâlini”.

Bizim arkadaşın da, bir de beyni olsaydı, ne müthiş olurdu. Bu hâliyle bile müthiş anlamlı laflar ediyor: “Somut delillere takılıp kalmayın” diyor, “ esas önemli olan Ergenekoncu lobinin ‘iklimi kirletme’si”. Bundan tam on beş yıl önce DGM savcısı da, HADEP Ankara il yöneticileri için şöyle diyordu: “Bunlar o kadar öylesine kurnaz, tabiî o derecede de tehlikeli suçlular ki, teröre yardım ve yataklık ederken bile arkalarında tek bir delil bırakmamışlar”..

“İnsan yüzü kızaran hayvandır” demiştik; yani, utanabilen, kafasında ‘ayıp’ kavramı bulunan. AKP’nin hükümet programında ise hedef, piyasa toplumu yaratmak. Piyasa toplumu, ‘ayıp/yazık/günah’ başta gelmek üzere, serbest pazar ekonomisinin işleyişine ayak bağı olabilecek duyguların mutlak biçimde saf dışı edildiği düzen: Her şey, arz-talep dengesine, yani herkesin pazarlık gücüne göre işleyip biçimlenecek.

Piyasa toplumu, nasıl bir insan türü üzerinde varlık kazanır; daha doğrusu, böyle bir toplum, insanı ne hâle getirirse varlığını sürdürebilir; bunun mükemmel örneğini ise, Tayyip Erdoğan’ın, seçmenlerin sadece yüzde 26,2’sine, verilmiş oyların da sadece yüzde otuz dördüne dayanarak bulunduğu makama getirdiği Abdullah Gül verdi: “Kitabın yakılması, kitabın kendi PR’ı, yani tanıtım ve reklamı oldu, on bin yerine yüz bin satacak” dedi.

Yazarın yok edilen emeği, elinden alınan ifade özgürlüğü, bizim gasp edilen okuma, öğrenme ve haber alma hakkımız, yazarın hapsedilip yargısız infaza uğratılması, işinden/ekmek parasından/meslek kariyerinden edilmesi, ailesine ve yakınlarına çektirilen manevî ve maddî eziyet, aleyhindeki delillerin kendisinden saklanarak savunma hakkından yoksun bırakılması, kendisinden saklanan verilerin kendi aleyhine kullanılacak şekilde seçilerek bu işe gönüllü piyonlara servis edilmesi ve bütün bunların toplumda yarattığı  -infialin de ötesinde- terör ve bütün bunlardan Abdullah Gül’ün çıkartabildiği, kitabın daha çok satacak olması.

Ancak sadece Gül değil, ondan da fazla Tayyip Erdoğan için her şey pazar-piyasa: Her şey, alım-satım bağlamında görülüyor, değerlendiriliyor, yapılıyor. İnsanlara rahatlıkla hakaret ediyor, onları aşağılayıp, hedef dahi gösteriyor; sonra da “bunun da alıcısı vardır” diyebiliyor. Bu bir bakıma ‘meslekî deformasyon (deformasyon profesyonel); kendisi dağıtımcılık-pazarlamacılıktan geliyor ya… Örneğin, torba yasalar tam bir pazarlamacı-dağıtımcı numarası: Tek başına satılmayacak malları en çok talep edilenlerin arasına katarak kakalamak ya da en çok talep edileni, hiç de istenmeyen bir sürü başka malı da alma şartına bağlamak; yani, bir nevi şantaj.

Her şeyi kapalı kapılar ardında ve/ya da gece karanlığında gizli pazarlık ve mutabakatlarla, al takke ver külah ilişkileri içinde ve de Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’ninkini de Ali’ye giydirme operasyonları aracılığıyla hâlletmeye kalkmak, AKP’nin siyaset tarzı. Ve bütün bunları yaparken en geniş manevra alanına sahip olabilmek için de, halkı siyaset dışında bırakmak: Yüzde on barajındaki ısrar, AKP açısından varoluşsal bir zorunluluk; ama, aynı zamanda da 12 Eylül darbesinin hem en has evladı, hem de en sadık muhafızı olduğunun kanıtı.

Pazarlamacı açısından ideal olan, adamın kendi malını/ürününü yine kendisine satabilmek; zira, bu durumda kendisi için maliyet sıfıra inerken, kâr marjı da sonsuza yükselmiş olur; ancak, bunun için de insanları kendi kendileri karşısında yabancılaştırıp salt müşteri konumuna düşürmek şart. AKP’nin, ‘Kürt açılımı’ adı altında denediği şey de bu: İnsanların kendi canlarıyla kanlarıyla ürettikleri bir tarihi yine kendilerine pazarlamak.

İşte bu yolda ilerlerkendir ki, AKP, askerlerle buluşacağı noktaya da ulaşmış oldu: “Kandil’dekiler dağ başında kendiliklerinden bitmediler, PKK da buralara Merih’ten inmedi”yi görememek/görmezden gelmek. Hatta, askerler bu konuda daha samimî; onlar gerçekten göremiyorlar ve işin sadece silahla ve dağdaki insanları fiziken yok etmekle bitirileceğini sanıyorlar ki, bu da onların ‘deformasyon profesyonel’leri.

Buna karşılık AKP, işi, silahlıyı muhatap, silahsızı da esir alarak , yani çok daha ‘unfair’ bir yoldan çözmeyi deniyor; tabiî ki olmuyor; zira, insanlara pazarlıkla silah bıraktırabileceğini, yani onları şu ya da bu biçimde, şu ya da bu karşılığında satın alabileceğini düşünüyor ama, elindeki silah sayesinde esir değil de muhatap alınanın en son bırakacağı şeyin silah olduğunu düşünemiyor; daha doğrusu düşünmek istemiyor ve bu yoldaki başarısızlığını fırsata çevirmenin peşine düşüyor. Silahlı Kürt muhalefetini tasfiye edemeyişini, Başkanlık sistemi temelinde kurumsallaştırmayı planladığı diktatörlüğün muhtaç olduğu kendi öz silahlı gücünü oluşturmanın bahanesi olarak kullanıyor: Sözleşmeli erler, sınır güvenlik güçleri ve  –seçim sonrasına ertelediği-  ‘gençleri silahlandırma yasası’ üzerinden kendi ‘ileri demokrasi’ muhafız birlikleri.