Çok ilginç filmlere imza atan, Navot Papushado adlı genç bir yönetmen var. ‘İsrailli Tarantino’ da diyebileceğimiz yönetmen, baştan sona şiddetle örülü ilk filmi Kalevet/Kuduz’da (2010), din ve devlet kurumlarını da inceden eleştirerek İsrail toplumunun şiddetle ilişkisini anlatıyordu. 2013 tarihli filmi Big Bad Wolves/Büyük Kötü Kurtlar’da, kız çocuklarına işkence ve tecavüz edip öldüren bir din öğretmeninden itiraf almak için, adamın çocuklara uyguladığı şiddeti ona uygulayan polislerin trajikomik öyküsüyle karşılaştık. 2014’te, ABCs of Death 2/Ölümün ABC’si 2 adlı antolojide yer alan 6 dakikalık filmi F is for Fall/Düşüş’ün D’si’nde, paraşütle atlarken ağaca asılı kalan İsrail askeri bir kadınla onu yakalayan Filistinli oğlan çocuğu arasındaki düşmanca ilişkinin ürettiği şiddet anlatılıyordu.

Papushado’nun bu kan ve şiddet dolu öykülere fazlasıyla alaycı bir yaklaşımı var. İşkence sırasında yapılan espriler, sürekli yanlış anlamalar, karakterlerin komikleştirilen -ne kadar olabilirse!- ölümleri gibi unsurların yoğunluğuna bakılırsa, sanki çok ağır bazı meselelere değinmek istiyormuş da, bunu tam olarak nasıl yapacağını bilemediği için kara mizaha sığınıyormuş gibi hissettiren acımasız bir alaycılık bu.

***

Önceki filmlerinde anlattığı hikâyeleri bir üst düzleme taşıyan son filmi, Netflix yapımı Gunpowder Milkshake de (Barut Aromalı Süt) nihayet ortaya çıktı. ‘Firma’ denilen karanlık bir teşkilat için kiralık katil olarak çalışan Scarlet ve kızı Samantha’nın hikâyesini anlatan filmde bu sefer sadece kadın kahramanlar ve patır patır öldürdükleri kötü erkekler var.

Bolca Kill Bill ve John Wick esintisi taşıyan filmde, bir kütüphaneyi merkez olarak kullanan bir grup kadın suikastçiyle tanışıyoruz. Samantha, bu suikastçiler kuşağının bir sonraki temsilcisi olacak olan 9 yaşındaki Emily’ye dünyanın durumunu şöyle anlatıyor: “Kendilerini ‘Firma’ olarak adlandıran bazı adamlar var. Uzun, çok uzun zamandır her şeyi onlar kontrol ediyor. Tüm kuralları onlar koyuyor ve istedikleri zaman işlerine geldiği gibi değiştiriyorlar. Dokunulmaz olduklarını düşünüyorlar. İstediklerini yapıp, başlarına bir şey gelmeden sıyırabileceklerini sanıyorlar.” Emily soruyor: “Ama sıyıramayacaklar, değil mi?”

Sıyıramıyorlar tabii, ama bunun için önce kadınların erkekleşmesi gerekiyor! İnsan öldürürken büyük beceriyle kullandıkları fallik objeler, küçük kızın yanında konuşurken “Fuck you!”dan “Fudge you!”ya dönüştürdükleri eril küfürler ya da giyimlerindeki eril izler cinsiyet eşitliğinden değil, bu erkekleşme durumundan kaynaklanıyor. Hatta başkarakter olan genç kadının ismi (Samantha) bile eril versiyonuyla ‘Sam’ şeklinde söyleniyor.

Burada, konu cinsiyetler arası şiddet olduğunda ilk akla gelen isimlerden Valerie Solanas’a bakmakta fayda var. Erkekliği bir tür ‘engellilik hâli’ olarak tanımlayan Valerie Solanas, meşhur Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu adlı kitabında, tekil ve çoğul şiddette penisin silah olarak, silahın da fallik bir obje olarak nasıl çalıştığını şöyle tanımlar: “Erilin dişi olmamasını telafi etmek için başvurduğu normal yöntem, yani Koca Tabancayı çıkartmak büyük ölçüde yetersizdir, çünkü bunu çok sınırlı bir sayıda yapabilir; o yüzden aleti gerçekten büyük bir düzlemde ortaya çıkarır ve bütün dünyaya ‘Erkek’ olduğunu ispat eder. Merhameti, empati kurma ya da özdeşleşme kabiliyeti olmadığından, erkekliğini ispat etmek, sonsuz sayıda sakat kalmaya, acı çekilmesine ve kendisininki de dahil sonsuz sayıda hayata bedeldir -kendi hayatı kıymetsiz olduğundan, elli yıl daha cefakârca yürüyeceğine bir zafer alevi içinde erimeyi tercih eder.” (Çev: Ayşe Düzkan, Sel, 2002, s.25)

Bu filmdeki kadınlar da aynen Solanas’ın sözünü ettiği erkekliği yeniden-üretiyor, kadının ancak erkekleştiği oranda güç sahibi olabildiği bir dünya yaratıyorlar.

***

Kadın karakterlerin önde olduğu tüm anlatılardan eşitlikçi ya da feminist olmalarını bekleyemeyiz elbette. ‘Feminizm parodisi’ olmanın ötesine geçemeyecek bu filmin yarattığı beklenti de aslında Küçük Kadınlar romanı ve Bronte Kardeşler’in kitapları gibi çok sayıda sembolden faydalanarak bağıra bağıra “Bu feminist bir öyküdür!” demesinden kaynaklanıyor.

Bu yüzden, terminolojiye minik bir katkı olarak başlıktaki ifadeyi sunuyorum. Bu “Eğer feminist aksiyon filmi yapılacaksa onu da en iyi biz erkekler yaparız!” tavrına dair en uygun tanım günümüz Türkiye’sinden geliyor; bağıra çağıra dile getirilen ‘ileri demokrasi’ ne kadar demokrasiyse, bağıra bağıra ifade edilen bu ‘ileri feminizm’ de o kadar feminizm olabiliyor ancak...