Baştan hatırlatayım, “-krasi” yönetim demek oluyor, hani o demokrasi kelimesindeki “krasi”...

Baştan hatırlatayım, “-krasi” yönetim demek oluyor, hani o demokrasi kelimesindeki “krasi”.

Sonra da sorumu sorayım: Tayyip Erdoğan lale midir, sümbül müdür?

Sorunun müsebbibi Bülent Arınç. Bayramın üçüncü günü, Arınç Bursa’da bir toplantıda şöyle konuştu: “Şu kadar zaman sonra bu millet sandığa gidecek ve inşallah gül gibi lale gibi sümbül gibi cumhurbaşkanlarını seçecek.” Bu arada dinleyicilerden birisi “Tayyip Erdoğan” diye bağırınca, “açık etme ulan kerata” diye gülerek susturdu onu.

Gül’ü zaten anlamıştık da, lale ve sümbül kimlerdi ki? Cevabı bulmak adına, dinleyici tezahüratına kulak verip, yukarıdaki soruyu sormalıydım: Tayyip Erdoğan lale midir, sümbül müdür? Bana kalırsa lale benzetmesi vakti zamanında Turgut Özal örneğinde tüketilmişti; onun hükmettiği yıllarda “lale devri” özentiliği doruktaydı. Geriye kalıyor: Sümbül. Lakin bu durumda Arınç çok büyük bir pot kırmış oluyor; çünkü bu da hemen akla “Muhteşem Yüzyıl” dizisindeki Sümbül Ağa’yı getirmez mi? (Sanırım neo-Osmanlıcılık sevdalısı Obama da bunu telaffuz edemez ve Hürrem Sultan gibi ancak “Süklüm Ağa” diyebilir.)

Her neyse, muhabbetin tadını kaçırmadan sadede geleyim: Bülent Arınç kimlerin seçileceğinden emin ama seçim tarihini veremiyor, o bile sadece “şu zamana kadar” diyebiliyor. Sebep? 2012 derse Gül, 2014 derse Erdoğan demiş olacak; “açık etmiş” olacak...

“Yeni” Cumhurbaşkanı (the Başkan, el-Reis) gül mü, lale mi, sümbül mü bir yana, seçim tarihi bile belli değil. Yani tam bir keyfilik. Hukuk filan yok, çoğunluk payesinin keyfini çıkararak adamına göre tasarım var. Peki ama kim? Cevabı, şey... Yani demokrasi değil, şey-o-krasi...

Aslında gidişatın nasıl olacağını görebilmek için derin tahlillere ihtiyaç yok. Bu köşede uzun süredir kısmen söylediklerimi geçen gün Cüneyt Ülsever de ayrıntısıyla yazdı: Hakikaten 2014’te “daha özgür Anayasa” sloganı altında “Parlamenter Sistem” “Başkanlık Sistemi”ne dönüştürülebilir! AKP, yerel yönetimlere daha fazla yetki tanıyan “demokratik özerkliği” de yeni Anayasa’ya sokarak TBMM’de BDP’den yeterli oy (367) için destek alabilir. Buna rağmen referanduma da giderek yeni rejimi millete de onaylatabilir. Referandum aynı zamanda hem Silivri’de yargılananlara, hem PKK’lılara genel af getirerek kendisini herkese “cazip veya mecburcu” kılabilir. Böylelikle, Türkiye Cumhuriyeti tüm yargı ve yürütme erkini elinde toplayan seçilmiş bir tek adamla yeni bir totaliter rejime doğru yelken açabilir! Evet, Cüneyt Ülsever de, “tek adam diktası”nda “başkanlık sistemi” adı altında süratle totaliter bir rejime doğru gidilmekte olduğunu savunuyor.

Üstelik bu seferki referandum torbasından ne çıkacağını kesinkes biliyoruz: Tek adam. Elbette toplumun değil yeni-oligarşinin “tek adam”ı... Çünkü sınıfsal düzlemde, AKP çelik çekirdeği gelinen noktada müesses nizam’a katılmakla kalmadı, onu yeniden nizama soktu ve oligarşiyi de yeniden şekillendirdi.

Yani buraya dek “şey” dediğim şey, oligarşi’den başka bir şey değil!

Oligarşi de öyle alengirli bir kavram sayılmamalı. Şimdilerde kendisini çoğunluk adınaymış gibi yutturabilen tepemizdeki bir avuç “mutlu azınlık” oligarşi’dir. Oligarşi işte şimdi budur. Nokta.

Peki AKP bu işi nasıl becerdi? Yirmi birinci yüzyıl post-modern bezirgânlığının şahikasını yaratabilmeleri, böylelikle seçmen desteği edinmeleri en önemli iç faktör. Evet, bezirgânlık! Çünkü, oyları toplarken sözünü ettikleri duble yolların kaynağı meğer deprem fonlarıymış; sağlık reformu dedikleri nane, sonuç olarak, yeşil kartların iptaline, sağlığın özelleştirilmesi kazığının atılmasına filan gelinmesiymiş, daha ne diyeyim...

Peki dış faktör? Mesela Murat Belge bu soruya cumartesi günü mealen “uluslararası konjonktürdür” cevabını verdi, böylesi kibar liberal olmanın gereğiydi; ama biz “emperyalizmin, ABD’nin rolünden” söz edince kazma solcu sayılmamış mıydık? Şimdi sıkı durun: Belge, aynı yazısında “AKP yönetimi yeni bir vesayet biçimini almaya, en azından böyle olma özleminin sinyallerini vermeye başladı” gibisinden şeyler dahi söyleyiverdi. İyi ama arkadaşlar, anladık bizlere gıcığınız var, lakin bunu daha önceden söyleyen Nuray Mert’i neden linç etmeye girişmiştiniz? Şimdi kapının önüne konulma ihtimalini yaşadığınızdan mı “AKP vesayeti”ni (yumuşak yumuşak da olsa) dile getirmektesiniz? Başta Hüseyin Gülerce olmak üzere Cemaat’in çeşitli kalemleri sizlere “defolun” çekince, muhtemelen, “Siz kovmuyorsunuz ki, biz zaten gidecektik” demeye getiriyorsunuzdur. Çünkü oligarşinin yeni mensuplarının artık liberal merdivenlere ihtiyacı kalmadığını sizler bile hissediyorsunuzdur.

Aslında liberaller pek umurlarında değil ama, bu yeni oligarşi de yine çelişkili ve zoraki bir ittifak olarak şekilleniyor. Şimdi kendilerinden öyle eminler ki, tek rakipleri olarak yine kendilerini görüyorlar. Kürt muhalefeti bir yana, en önemli sıkıntıları sadece kendi iç gerilimleri gibi. Cemaatin Zaman gazetesi yazarları başbakana uyarılarda bulunmaya “cüret” edebiliyorlar. Ergenekon, Balyoz, KCK gibi davalarda emniyetin kimi zaman hükümete erken doğum yaptırdığı, emrivakilerde bulunduğu yorumları duyuluyor. Buna karşılık hükümetin de bu operasyonlardaki (cemaate yakın olduğu ileri sürülen) emniyet görevlilerini “terfi ettirdim” diyerek aslında sürgüne gönderdiği, tasfiye ettiği söyleniyor. Cemaati tam olarak kontrol edemediğini düşündüğü yerde, AKP de haliyle “kontrolsüz güç, güç değildir” mottosunu akılda tutuyor.

Öyleyse biz de şunu akılda tutalım: Oligarşiye “ileri demokrasi” yaftası taksan da, oligarşi yine oligarşidir.

Oligarşi, kötü bir “şey”dir.