Şiirin sessizlikleri yaşaması, düzyazının sürekliliğiyle, bir anlamın diğer anlama eklemlenmesiyle bir zincir oluşturması gibi değil Berk için. Düzyazının sessizliği bilememesi yüzünden onu eleştiriyor İlhan Berk.

İlhan Berk ve Logos’un Poetika’sı

Güçlü Ateşoğlu

“Şiir, duvarcının elinden düşürdüğü tuğlanın yere düşmesinde değildir/havada asılı kalmasındadır” der İlhan Berk. Şiir gerçeği aştığında gerçek olur ona göre. Mümkün olan değil, bilinmeyen bulup ortaya çıkarılır; bu çabada şair, peygamberâne bir karaktere bürünür, olağanüstü ve mucizevi olandır dizeleri, dolaysızca ya da dolayımsızca hakikate erişir, kendi gerçek olur. Bunun felsefede de bir yeri var, Alman Romantiklerinde, Schelling’de…

Problemin çözüm anahtarı, dolayımsızca bilinen şeyin nasıl aktarılacağı sorusunda saklıdır. Dolayımsızca bilinen şey aktarılamaz. Politik bir karakteri vardır bu sorunun ve başka bir kulvardan ilerletir düşünceyi.

“Bir sözcüğün ölümünün dünyamızı daha bir kısırlaştırması” kadim bir dünyanın özsel öğelerinden feragat, saklı olmayan bir evrenin nefesinden uzaklaşmaktır. “Dünyanın romantikleştirilmesi gerektiği”ni söyleyen Novalis gibi, şairlerin dünyayı değiştirmeyi, “hiç değilse görüneni, bilineni değiştirmeyi sözcüklerle, sözcüklere verdikleri yeni anlamlarla yapt[ıkları]”nı belirtiyor İlhan Berk. Eski ile yeni arasındaki köprüyü kurmada şaire bir kudret bahşediyor. Kendinin bilincindeki şiir tarihselliğin bilincinde olandır ileri sürümü temellendirmeye ihtiyaç duysa da, şairin şiiriyle bilinçli özdeşliği, tarihin içerisinde yer tutabilmesiyle, ona nüfûz edebilmesiyle mümkündür.

“Dilin kendine gelmesi”nden, “kendi olma eğilimi”nden bahsediyor Berk; bu, şiirde gerçekleşen bir “an” yalnızca. Peki, bir dil kendine nasıl gelir? Kendine dönmesi ya da kendi olma eğilimi ne demektir? Bilinçdışı işleyiş dilin nesnelliğini verir mi? Çocuksu bir yan görüyorum, saflık anlamında, saf olma. Soru peşi sıra gelir o zaman: Cansever’de gördüğümüz gibi, kendi-olma bir kişilik, bir kişi-olma problemi midir; yoksa bir şeye, çocuğa dönüşme arayışı mıdır? Dil ile çocukluk, masumiyete tekrar kavuşma anlamına mı gelir? Alman Romantiklerinin “geceye övgüsü”nde açığa çıkan çocukluk ve saflığa bir geri dönüş, onlara gönderme yapmadan.

Şiirin bir mucize, şairin bir peygamber olması düşüncesi yeni değil. Yeni olan, sürekliliği parçalayan bir “yeni” olması, bir yeniye kanat açan şiirin süreklilik karşısında kopuşu sergilemesi; bu bilinçli bir hamle. Müdahale eden, müdahil olan mucizevi bir karaktere sahip. Şiirle buluşmak, dünyaya yeniden gelmek midir hakikaten? Yeni bir dünya kurmak ayrı bir şey ama, yeniden gelmek şiirle mümkün müdür? Her şeyi yeniden görmek, dokunmak, öğrenmek fikri, tuğlanın havada kalmasına şahitlik demek. Her şeyi yeniden görmek, dokunmak, öğrenmek mümkün müdür? İnsan hep getirdikleriyle tekrar görüp dokunur, öğrenir. Adımlarından biri adadayken, diğer adımı, ayağı kıtada olamaz. Berk’e göre, “dünyanın yeni sözlüğü”nü yazar şairler. Yeni soru bizi acıtarak kendini hissettirir: Bu “yeni”, bu “kopuş” kadim olana nasıl bağlanır?

“Dilin doğasında sözün egemenliğine karşı gelen bir dil vardır
Dili bu sınırda yakalamak;
ordan bakmak;
orda tutmak…
o sınırdan yazmak”


Müthiş bir öne sürüm fakat ne derece doğru olabilir? Ortak ve evrensel bir dil olamayacağı düşüncesini aktarmıştı Cansever, Croce’den; İlhan Berk ise dilin doğasından söz ediyor. Ne var ki cisimleşen sözün egemenliğine ve cansızlığına karşı gelmek ve zemine inmek anlamında uzlaşıyorlar. Dilin sınırında yaşamak isteyen şair, orada kendini konumlandıran, “imgenin gücünün belirsizliği”ni neden söyler ki? O sınıra, ya da benim deyişimle zemine inmek istiyorsak, “belirsiz bir belirlilik” olmalı Berk için. Hep sınıra ya da zemine yerleştiğin, kendini konumlandırdığın, fakat o zeminin hep belirsizleştiği… Belirlemelerine rağmen. Felsefi anlamda bir saptama olmadığı söylenemez. Gelgelelim, kavram boyutuna çıkmayan bir estetik tutum-alış, Cansever’den farklı. Anlama-kavrama ilişkisinde Cansever daha felsefi bir pozisyon sergiliyor.

Dilin yetmemesi ve “öte dilin sıraya girmesi…” Söylenmeyeni söylemenin değişik yolları mevcut. “Sessizlik”, gizli bir dil gibi “Dev Uzaklık” metninde. “Şiir, bir yolculuğun sonu” olması anlamında sessizliğe davettir. “Sözcüklerle, söylemek istediğimiz şey arasındaki yolun uzaklığı” bu; hep bir eksiklik, bitmemişlik, tamamlanmamışlık… Bu-olmayan, dolayısıyla işaret edilemeyen (bu benim ifadem) eksiklik, Berk’in müthiş ifadesiyle, “bütünün dolaylı yoldan kendisidir.” “[B]itmemişliğin sonsuzluğu”, metni karakterize eder. Bitmemiş ya da sonuçlanmamış, nihayete ermemiş modernite gibi, yarım kalmış bir ağız tadı ya da hayat gibi, metin de her zaman eksiktir. Son sözü söyleme çabası içinde yazar, metnini hep yeniden yazar, “yeni”yi yazar, tıpkı Goethe’nin Faust’u, Fichte’nin Bilim Öğretisi’ni hayatları boyunca yeniden ve yeniden yazmaları gibi. İlhan Berk’in “sessizliği”ni böyle okumak mümkün.

Sessizliğe davet, kendine geri çekilen bir dil, konuşmayan, sözsüz bir dildir. Bu sessizlik, bu söylenmezi bulmak… Zeminde olan, karanlık ve gece olan bir suskunluk hali anlamında logostur, kitabının adıyla müsemma, ve de “bu sessizlik dolaysızlıktır” der gibi İlhan Berk. Tanıklığı yok muhtemelen; siyasette ya da gündelik hayatta olduğu gibi bir tanık ya da şahit olma durumu yok. Bunun imkânı var mıdır, bilmiyorum.

Şiirin sessizlikleri yaşaması, düzyazının sürekliliğiyle, bir anlamın diğer anlama eklemlenmesiyle bir zincir oluşturması gibi değil Berk için. Düzyazının sessizliği bilememesi yüzünden onu eleştiriyor İlhan Berk. Şiirdeki kesintililikler sessizlikle ilgili, belki de susma ve bekleme, bir anlam vermeye mesafe alıp başka bir anlama kucak açma, yahut da başka bir anlamın kucağına kendini bırakma. Öznellik ve nesnellik meselesi gereğince böyle yorumladım. Sözün ertelenmesi ile sessizlik arasında bir ilişki var: Mesafeli yakınlık.

Söze, sözcüğe, dizeye, şiire önem verince, zeminde onu görünce, “ben kavramı” temel olmaktan çıkar. Varlığın zemini bilinç ya da ben olmaz, varlığın zemini ya da evi dil olur. Bu saptamalarını daha önce, Heidegger’den de önce, hermeneutik felsefe yapmıştı. “Derin hiçliğe gömülerek ordan bakar” derken de kavramsallaştırılamayan bir şey olarak hiçlik, şairin içinde yol aldığı, âdeta onun içerisine gömüldüğü bir bozgundur; bu yüzden şair, “dil ‘ben’i bozguna uğratır” derken felsefe içi bir tartışmayı şiir üzerine yorumuna yansıtır.

Cansever için şiirin kendini yenileyen bir özelliğe sahip olması gerçeği, Berk için şiirin zamanla anlam değişimine uğramasına sebebiyet veriyor, hem bizim doğamız değişiyor hem de şiirin doğası. Hem öznel olan değişiyor hem de nesnel olan diye okuyorum bunu: Diyalektik bir tutum-alış. Kendini onda görmen, kendinde onun görülmesi ve zaman akışı içerisinde bu ilişkinin değişimi. Peki, yeni bir soru daha şu şekilde sorulabilir mi: Bu değişimin sürekliliğinden bahsedilebilir mi?

(devam edecek)