Ilımlı bir şeriatın hüküm sürdüğü Müslüman bir Avrupa, romanın politik-distopya yönünü teşkil ederken kadın haklarının hiçe sayılması da romana feminist-distopya özelliği katıyor. Bu bağlamda ‘İtaat’ mizantropik bir kahramanın gözünden iç içe geçmiş distopyalardan mürekkep bir roman olarak okunuyor.

Ilımlı şeriat distopyası

Metin YETKİN

Ödüllü yazar Michel Houellebecq’in, Müslüman aday Mohammed Ben Abbes’in Fransa başkanı olması üzerine Avrupa’da yaşanacak politik değişikler ekseninde Batı siyasetini eleştirerek Avrupa huzursuzluğunu anlattığı ‘İtaat’ isimli romanı Başak Öztürk’ün çevirisiyle İthaki Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.

Fransız yazar, şair, aktör, müzisyen ve sinema sanatçısı Michel Thomas 1956 yılında doğdu. 1961 yılına kadar anne babasıyla Cezayir’de yaşayan yazar altı yaşında Fransa’ya babaannesinin yanına gönderildi. Yazın hayatında komünist babaannesinin kızlık soyadı olan Houellebecq’i kullanacak olan yazar ziraat fakültesinden mezun olduktan sonra sinema eğitimi aldı.

Edebiyata üniversite yıllarında çıkardığı dergiyle başlayan Houellebecq’in ilk kitabı 1991 yılında yayımlanan H. P. Lovecraft biyografisiydi. Ardından, Poursuite du bonheur adında bir şiir kitabı yayımlandı. 1994 yılında yayımlanan Kuşatılmış Yaşamlar ise ilk romanıydı. 1998 yılında ikinci romanı Temel Parçacıklar yayımlandı. Ancak en çok ses getiren romanı 2001 yılında yayımlanan Plateforme oldu. Seks turizmi ve İslam karşıtlığının konu edildiği romanda İslam hakkındaki ağır ifadelerden ve ırkçı söylemden dolayı yargılandı, uzun bir müddet İrlanda’da yaşadı. Beraat ettikten sonra Fransa’ya dönen yazar Prix Novembre, Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülü, Prix Goncourt gibi ödüllerin yanı sıra şeref nişanına da layık görüldü. Başak Öztürk çevirisiyle İthaki Yayınları tarafından okurla buluşan romanı ‘İtaat’ ilk olarak 7 Ocak 2015’te, Charlie Hebdo saldırısının yaşandığı tarihte yayımlandı.

‘TUVALET KÂĞIDI KADAR POLİTİK’

‘İtaat’in başkahramanı ve anlatıcısı François isminde kırklı yaşlarda bir akademisyen. François, Fransız yazın insanı ve estet Joris-Karl Huysmans üzerine yazdığı 788 sayfalık doktora tezini savunarak jürinin tamamının takdirini kazandıktan sonra Paris III üniversitesinde akademisyen olarak göreve başlar. İnsanlardan nefret eden, kadın erkek eşitliğini reddeden, sekse düşkün, alkolizme meyilli fakat oldukça bilgili bir adam olan François’nın paradoksal kişiliğini ilişkisi olduğu 22 yaşındaki öğrencisi Myriam özetliyor:

“Evet, kuramsal olarak maçonun tekisin, hiç kuşkusuz. Ama üst düzey bir edebi zevkin var: Mallarmé, Huysmans. Bu da seni klasik bir maçodan uzaklaştırıyor. Buna ev tekstiline olan kadınsı, anormal bir düşkünlüğü de ekleyebilirim. Buna karşılık hep bir çomar gibi giyiniyorsun. Grunge bir maço olsan belli bir inandırıcılığın olabilirdi ama sen ZZ Top’u değil, Nick Drake’i tercih ediyorsun. Kısacası paradoksal bir kişiliksin.” (s.29)

İnsanları sevmeyen, hatta onlardan çoğu defa iğrenen bu mizantropik karakter tanımlayamadığı bir tatminsizlik içerisinde çünkü hiçbir surette hayatına bir anlam katamıyor. Öte yandan, kendini ne kadar ‘tuvalet kâğıdı kadar politik’ görse de Fransa’nın politik iklimi ciddi bir karışıklık içerisinde. Zira, Fransa nüfusunun önemli bir bölümünü teşkil eden Müslüman kesimin ve sol görüşlü seçmenin favori adayı Müslüman Kardeşler’in desteklediği, İngiliz menşeili ekonomik bir sistem olan bölüşümcülüğün ve ılımlı İslam’ın temsilcisi Mohammed Ben Abbes. Karşısında ise Katolik inancından uzak olsa da Katolik söylemi siyasetine yediren, ırk vurgusu yapan Ulusal Cephe var. Bir yanda Ulusal Cephe gösteriler düzenlerken öbür yanda silahlı saldırılar meydana gelirken merkez sağın partisi UMP de Ben Abbes’i desteklemeye karar verince oy eşitliği Müslüman adayın lehine bozuluyor.

“Gerçekten de öğlen ikiden sonra haber duyuldu: Merkez sağ ile Sosyalist Parti bir hükümet anlaşması yapmak, ‘genişletilmiş cumhuriyet cephesi’ kurmak için anlaşmışlardı ve Müslüman Kardeşler adayını destekleyeceklerdi.” (s.113)

Bu zaferin arka planında romanda sıkça zikredilen kimlik hareketinin yarattığı huzursuzluk ve Avrupalılık fikrinin yaydığı olumlu iklim yer alıyor. Kimlik hareketi, göçmen karşıtı ve ‘tersine göç’ fikrine bağlı, İslam’dan arınmış bir Avrupa’ya kavuşma amacı güden bir oluşum. Omurgasını göçmenlerin tercih edilmesi sebebiyle ekonomik hayatta geri planda kalan, yoksul ailelerden gelen beyaz gençler oluşturuyor. Bu hareketin Ulusal Cephe ile organik bağının bulunduğu iddiası Fransa gündeminde yer almıştı. Hatta kimlik hareketi savunucuları cami işgal etti, göçmenlere bot sağlayan bir şirketi ele geçirdi, birtakım şiddet eylemlerinde bulundu. Bu parantezden sonra romana dönersek, faşizm korkusu altındaki Avrupa, her dine saygı gösteren, ılımlı İslam çizgisinde hareket eden ve akılcı bir ekonomik plan ortaya koyarak Avrupalılık fikrine vurgu yapan Ben Abbes’i olumlu karşılamakta:

“Ben Abbes de Avrupa fikrine inanıyor, hatta diğerlerinden daha fazla, ama onun aklındaki Avrupa fikri farklı, o gerçek bir uygarlık projesi olarak bakıyor. Nihayetinde, İmparator Augustus’u model alıyor, bu da vasat bir model değil.” (s.120)

POLİTİK VE FEMİNİST DİSTOPYA

Romanın bir özelliği de gerçek siyasi olayları ve siyasetçileri metne dahil etmesi. Metnin kurgu boyutunu Müslüman Kardeşler’in parti kurması ve Ben Abbes’in adaylığı ile onun zaferinden sonra yaşanan değişim süreci oluşturmakta.

Romanda, Ben Abbes başkan olduktan sonra uygulanan ‘bölüşümcülük’ modeli ve ılımlı şeriat ile birlikte kadınlar ev hayatına hapsedilerek toplumsal hayattan çıkarılıyor. Aile eksenli ekonomik kalkınma hedefleri gerçekleştikten sonra ülke ekonomik anlamda gelişiyor. Tabii, üniversitelerin İslam üniversitesine dönüştüğünü, sadece tesettür giyimin kabul gördüğünü, erkekler için çok eşliliğin yasal hale geldiğini eklemeli. Yazar, Avrupa’nın aileyi kaybettiğini, aile kurumu çöktüğü için yenilgiye uğradığını belirtmekte. Bu yüzden de Fransa’dan sonra başta Belçika olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de Müslüman adaylar ön plana çıkmaya başlıyor. Böylece, Türkiye, Fas, Cezayir, Mısır gibi Müslüman Akdeniz ülkelerinin Avrupa Birliği’ne girişinin önü açılıyor. Ilımlı bir şeriatın hüküm sürdüğü Müslüman bir Avrupa, romanın politik-distopya yönünü teşkil ederken kadın haklarının hiçe sayılması da romana feminist-distopya özelliği katıyor. Bu bağlamda ‘İtaat’, mizantropik bir kahramanın gözünden iç içe geçmiş distopyalardan mürekkep bir roman olarak okunuyor.