Utancın yoksunluktan ya da uygunsuzluktan ziyade ‘ilişki eksikliği’nden kaynaklı olduğunu düşünmek ufuk açıcı olabilir. İlişki eksikliği, günümüzün en yaygın meselelerinden birisi. İnsanın kendisiyle kurduğu ilişki eksikliğinden, ötekileştirdikleriyle kurduğu ilişki eksikliğine kadar geniş bir yelpaze… Örneğin doğayla kurulan ilişki, hiç bu denli tek taraflı olmamıştı. Zaten sosyal anksiyete gibi utancın patolojik pek çok görünümünde bu ilişki eksikliğinin izini sürmek mümkün.

Byung-Chul Han’ın ‘Psikopolitika’ adlı kitabında yazdığı gibi, özgürlük ve dostluk Hint-Avrupa dil ailesinde ortak bir kökene sahiptir, yani özgürlük “dostlar arasında olmak” anlamına gelir. Dostlar arasında insan patolojik utancı yaşamaz, daha rahat kendisi olabilir. Utanç, özgür olamamanın, yani dostlar arasında olamamanın bir sonucudur. Her an onu yargılayacak birilerinin varlığını hissederek yaşamak… Şöyle yazmıştı Byung-Chul Han: “Neoliberal performans toplumunda başarısız olan kişi, toplumu ya da sistemi sorgulamak yerine başarısızlığından kendini sorum­lu tutar ve utanç duyar. Neoliberal rejimin kendine has zekâsı bu­rada kendini gösterir. Sisteme karşı direnişe izin vermez. Buna karşılık yabancı bir gücün sömürüsünün söz konusu olduğu re­jimlerde sömürülenlerin dayanışma içine girerek birlikte sömü­rücülere karşı ayaklanmaları mümkündür. Marx’ın ‘proletarya diktatörlüğü’ fikri de zaten bu mantığa dayanır. Ama bu, baskıcı iktidar ilişkilerini varsayar. Neoliberal öz-sömürü rejimindeyse insan öfkesini daha ziyade kendine yöneltir. İnsanın kendine yö­nelttiği bu saldırganlık sömürüleni devrimci değil depresif yapar.”

Bugün antidepresan kullanımındaki artış ve depresifliğin geldiği nokta, çoğunluğun içten içe kendisine karşı duyduğu öfkenin boyutunu gözler önüne seriyor. Öncelikle bu depresiflikten çıkmak gerekir ki, kitlelerin içinde yaşadığı psikosfer değişip devrimci atılımlar için uygun hale gelebilsin. Örneğin Gezi zamanını düşünelim, içinde yaşadığımız psikosfer hızla değişmiş ve herkesin üzüntü ve sevinç duygularını daha canlı bir şekilde yaşadığına, herkesin kendisini daha gerçek hissettiğine tanık olmuştuk. Bunu sağlayan şey, dostlar arasında olma duygusuydu, yaşanan ilişki eksikliğinin kısa sürse de sona ermesiydi. Parklarda, bahçelerde kimsenin kimseyi tanımasa da dostlar arasındaymış gibi hissedebilmesi, özgürlük hissini çoğaltmıştı. Baskıcı hiçbir iktidar, insanlar arasında böylesi bir dostluğun gelişmesini istemez. Korku ve nefret ne kadar güçlüyse, insanları yalnızlaştırıp yönetmek o kadar kolay olur.

Arno Gruen, kitaplarında hep şu tespitin altını çizmişti: “Kendi kurban durumunda oluşumuzun inkârı, bunun kendi kurban durumunda oluşumuz karşı­sında nefret duymamıza yol açması ve başkalarını kurban durumuna sokma eğilimi…” Yani, kendimize karşı duyduğumuz nefret ve utançtan kurtulmak için başkalarından nefret etme ve kurbanlaştırarak utanma eğilimi… Eşcinsellere ya da göçmenlere yönelik nefretin izini, nefret eden kişilerin iç dünyalarında bulabiliriz rahatlıkla.

Peki örneğin geçenlerde yapılan ‘nefret yürüyüşü’ne katılanların hiç de yalnız ve ilişkisiz olmadıkları hatırlatılabilir. Ama ‘bağlılık’ ve ‘ilişki’ aynı şey değil. Örneğin pek çok çocuk, ilişki kuramadıkları ama kendilerini bağlı hissettikleri ailelerde büyürler. Gruen’in ‘Empatinin Yitimi’ adlı kitabında bahsettiği gibi, ilişki denilince karşılıklı ‘saygı’ önplandadır, bağlılıkta ise tek taraflı saygı sözkonusudur. İlişki, karşılıklı etkileşim anlamına gelir, koşulsuz değildir hiçbir şey. Bağlılıkta güçlü olan zayıf olana kendi varlığını dayatır ve ezilen bütün bunlar karşısında bir de şükran göstermelidir. Ekonomi kötüye mi gidiyor, yine de şükretmeliyiz. Şükretmeyenler utanmalıdır, çünkü koşulsuz bir biçimde güce teslim olmamışlardır. Şöyle yazmış Gruen, günümüzdeki politik atmosferi tanımlarcasına: “Bize gerçekten değer verenlere güvenmeyiz, çünkü içi­mizin derinliklerinde kendimizi değersiz hissederiz. Aynı şekilde, bize ihtiyacımız olan sevgiyi sadece onların vere­bileceğine inandığımız için boş ve soğuk olan kadınların ve erkeklerin peşinden koşarız. Gerçek bir ilgiyle karşıla­şınca sıkıntı ve güvensizlik hissederiz. Bizi kim ve niçin gerçekten sevsin ki? Anne-babamızın kendi ezilmiş kendi­likleri karşısında duydukları ve bizim de içimize yerleştir­dikleri nefrete bağlılığımızı sürdürürüz.”