İlişkilerin bulanıklaştığı yeni bir dünya: The Father

EMİNE UÇAR İLBUĞA

The Father filmi dünya prömiyerini Ocak 2020’de Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra, 93. Akademi (2021) ödülleri (Oscar) için 6 dalda aday gösterilse de En İyi Erkek Oyuncu (Anthony Hopkins) ve En İyi Senaryo ödülleri olmak üzere sadece iki dalda ödüllerin sahibi oldu. Florian Zeller’in 2012’de Paris’te ilk gösterimini yaptığı tiyatro oyunu The Father, Avrupa başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde sahnelendi. Zeller’in The Father (Le Père), The Mother (La Mère, 2010) ve The Son (Le Fils, 2018) oyunlarını farklı yıllarda izleyici ile buluşmuş üçlemesi olarak değerlendirmek gerekiyor. Zeller oyun üçlemesinden The Father’ı filme çekerek sinemaya adım attı ve The Son’u da sinemaya uyarlamak üzere çalışmalara başladı. Bundan sonra The Mother’ı da çekerek tiyatroda farklı yıllarda sergilediği üçlemeyi sinemaya taşıyacak gibi görünüyor. Özellikle ilk uyarlama filmi ile Akademi’de en iyi senaryo ödülünün sahibi olması bu çabasında haklı olduğunu gösteriyor

Fransız yazar, senarist ve tiyatro yönetmeni Florian Zeller’in La Père adlı oyunundan sinemaya uyarladığı ve senaryosunu Christopher Hampton ile birlikte yazdığı The Father, aynı zamanda yönetmenin ilk filmi. Filmde Anthony (Anthony Hopkins) yalnız yaşadığı evinde, kızı Anne’in (Olivia Colman) tuttuğu bakıcıları kabul etmeyen, Londra’da yaşadığı kendi dairesinde kalmak için direnen ve giderek hafızası zayıflasa da kendi başına yaşayabileceği konusunda ısrar eden 80 yaşında emekli bir mühendis. Anne filmin ilk sekansında Anthony’i ziyaret ettiğinde ona bakıcısını şikâyet eder ve saatini bulamadığını, bakıcının onu çalmış olabileceğini söyler. Saat, Anthony’nin mesleği mühendislik ve zaman üzerinden okunduğunda demans rahatsızlığının bir göstergesi olarak film boyunca sıkça kaybedip yeniden bulduğu bir semboldür aynı zamanda. Anne, babasına yeni bir ilişkisinin olduğunu ve sevgilisi ile birlikte Fransa’da yaşayacağını, bu nedenle kendisi ile eskisi gibi ilgilenemeyeceğinden dolayı bir bakıcıya gerek olduğunu söyler. Bu konuşma karşısında Anthony’nin kafası karışır. Uzun yıllardır evli olduğunu düşündüğü kızının söylediklerini anlamaz. Bundan sonra film sürekli değişen mekân ve zaman algısı gibi, farklı kişilerin dahil olduğu karmaşık bir yapıda ilerler. İzleyici Anthony’nin gözünden onun yaşadığı tüm zihinsel bulanıklığa dahil olur. Olayları onun gözünden görür. Böylece Anthony’nin demans rahatsızlığının başlangıcından ileri düzeye geçişi tüm çıplaklığı ile izleyicilerin de dahil olduğu bir deneyime dönüşür. Film uzun bir süre Anthony’nin bakışı üzerinden ilerlerken, zaman zaman kızı Anne’in bu gelişme karşısında ürettiği çözümler, babasına yardım etme konusunda tek başına çaresiz kaldığı anlar onun gözünden sunulur. Böylece izleyici hem demans olan yaşlı bir bireyin zihinsel karmaşıklığını hem de onun en yakınındaki kızının fedakârlıkları ve hastalığın ilerlemesi ile giderek artan çaresizliğini birebir deneyimler.

The Father’da filmsel gerçeklikle Anthony’nin gerçekliği gibi, kişiler ve mekân da sürekli değişir. Anne gerçekten kızı Anne mi? Ya da salonda birdenbire ortaya çıkan kişi Anne’in kocası mı? Hepsi onun zihninde sürekli değişen ve her biri ile yaşadığı geçmişe ve şimdiye ilişkin deneyimler olarak kopuk ve iç içe geçmiş bir şekilde ilerler.

Mutfakta iken evin salonunda oturan damadı, alışverişe giden ve eve döndüğünde yabancı bir kadın olarak karşısına çıkan kızı, kendi evinde olduğunu düşünürken, kızı ve damadının evinde olduğu gerçeği arasında inatla söylenenler ve yaşadığı mekanın değişimi gibi bakıcılar karşısında giderek daha bir gerçeklikten kopan Anthony’nin öfkesi, bazen salonda damadı (ya da bakım evindeki bakıcı)’dan yediği tokat karşısındaki şaşkınlığı ve suskunluğu, filmin sonunda bir bakım evinde yeni yüzlerle ağlayarak annesine seslendiği anlar hem filmin hem de Anthony’nin yaşam döngüsünün sonudur.

Film aslında tek bir mekânda geçiyor. Ama odalar, uzun koridorlar, yatak odası, salon ve arka planlardaki sürekli değişen nesneler, set tasarımındaki ustalıkla farklı mekânsal algılar yaratmada etkili oluyor ve Zeller bir tiyatro oyunu uyarlaması olan filminde sinemanın avantajlarını kullanarak, Anthony’nin mekânla ilgili zihinsel gelgitlerini de başarıyla sunuyor. Ayrıca Ben Smithard’ın kamerası ve Yorgos Lamprinos’un kurgusu ile Anthony’nin zorlu hikâyesi uzam ve zamanda sürekli sıçramalardan ziyade olay örgüsünde bir süreklilik yaratmayı da başarıyor. Böylece Anthony’nin demans rahatsızlığı ilerledikçe onun gerçeklikten daha da koparak, olayları algılaması zorlaşırken, izleyicinin ilk başlarda yaşadığı karmaşıklık daha bir çözülüyor ve izleyici hem filmi hem de karakterin bellek ve zihninde yaşadığı kopuşları anlamaya başlıyor.

Florian Zeller The Father filminde, demans hastalığının ciddiyetini tam anlamıyla bu hastalıktan muzdarip yaşlı bir bireyin bakış açısından başarıyla anlatıyor. Zeller, Anthony’nin ileri yaşlılık döneminde bakıcıları ve kızı ile olan ilişkileri, onlara ilişkin değişen algısı, bulanıklaşan zihni ile gündelik yaşamının zorlaştığı hayatı örneği üzerinden demans hastalarının, akrabalarının, sevdiklerinin günlük yaşamlarındaki en küçük değişikliklerin bile ne kadar şok edici olabileceğini gösteren oldukça vurucu, gerçek ve bir o kadar da duygusal bakımdan sarsıcı bir öykü ortaya koyuyor.

Özellikle son yıllarda değişen demografik yapı tüm dünyada yaşlılık ile ilgili tanım gibi yaşlılığa ilişkin algıyı da değiştirdi. Büyük ailelerin çözülmesi, yalnız yaşayan yaşlı nüfusun artışı, bakıma muhtaç olan yaşlıların bakımı konusunun sadece ailelere bırakılamayacak kadar zorlu ve kapsamlı bir alan olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla hem yaşlı bireyleri yalnızlaştırmadan ve ötekileştirmeden, aktif ve sosyal yaşamlarını idame ettirebilmeleri hem de onların ailelerine de kurumsal olarak destek sağlanacak yapılanmalar zorunlu. Yaşlılık yaşamın doğal bir evresi ve genel olarak yaşamın son halkası olarak görülür ama aynı zamanda yaşlılık ile birlikte bireylerin yaşamlarında fiziksel, psikolojik, toplumsal ve ekonomik boyutuyla çok kapsamlı bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanır. Bundan dolayı kaçınılmaz bir olgu olarak yaşlanma ve dolayısıyla yaşlılık sanayileşme, göç, kentleşme gibi birçok etkenle birlikte bireyselleşen bir toplumda yaşamın önemli bir evresi olarak özellikle ileri yaşlılıkta insanı yakın çevresine bağımlı kılan, yardım ve destek olmadan gündelik yaşamını idame ettirmenin mümkün olamayacağı koşulları da beraberinde getirebilmektedir. Bu durumda kendi başına gündelik yaşamını idame ettiremeyen yaşlı bireylerin alışık oldukları yaşam alanlarında, onların hassasiyetlerini dikkate alacak ve sadece fiziksel bakımları değil duygusal, sosyal, bağlamda da onlara sağlıklı zaman ayırabilecek bir bakımı gerektiriyor. Bununla birlikte ileri yaşlılıkta daha yoğun görülen demans ve de Alzheimer rahatsızlığı bireylerin bellek, algılama ve bilinç gibi zihinsel yeteneklerinin bozulması ile kendini göstermekte ve çoğu zaman aileler bu sorunla zorlu bir mücadele içinde yalnız kalmaktadırlar. The Father filminde uzun yıllar yalnız yaşayan ve daha sonraları Alzheimer tipi demans nedeniyle algılama, düşünme ve bilinç kaybı gibi, bellek ve zihinsel yetenekleri giderek bozulan Anthony ve tüm bu yaşananlar karşısında kendi yaşamı ile babasının bakımı arasında sıkışmış kızı Anne’in zorlu hikâyesi güncel bir sorun olarak, her iki tarafın yaşadığı haliyle ve tüm çıplaklığı ile ortaya konuluyor.

Sinemada yaşlı bireylerin temsilleri konusu da genel olarak sorunlu bir alana işaret ediyor. Yaşlılar genellikle ana karakterlerin ebeveynleri olarak çoğu zaman ikincil ve klişe roller ile temsil edilmektedirler. Hem ulusal hem uluslararası sinemada yaşlı bireyleri merkeze alan az sayıda film olsa da genelde yaşlılar görülmeyen, yok sayılan ya da komik, huysuz, düşkün bireyler veya çocuklarının yaşamına müdahale eden ya da onlara destek olan, bazen de filmdeki ana karakterlerin geçmişte yaşadıkları travmaların kaynağı olarak yer bulmaktadırlar. Yaşlılığı yaşamın önemli ve doğal bir evresi olarak algılayan, onları doğal ve gündelik yaşamlarından koparılmış birer stereotipe dönüştürmeden, kalıp rollerin dışında, dışlamadan filmlerde karakterize eden, onları merkeze alan (Bayan Daisy’nin Şoförü, Straight’in Hikâyesi, Tokyo Hikayesi, Güle Güle, Bulutları Beklerken, Pandora’nın Kutusu …) filmlerin sayısı azdır.

Filme ilişkin son sözü 93. Akademi ödüllerinde The Father filmindeki rolü ile en iyi Oscar’ı alan Anthony Hopkins’in Mart 2021’de ray Filmmagazin dergisinde yayımlanan söyleşisinden alıntı yaparak bitirmek istiyorum. Hopkins The Father filmini günümüz pandemi koşulları ile paralel bir şekilde yorumluyor ve “hayatın çok güzel bir hediye ve vahşi bir güzelliğe sahip olduğunu, ancak gerçeklikle bağlantınız ve düşüncelerinizin netliği gibi hafızanızı kaybederseniz bunun çok büyük bir trajediye” dönüşeceğini söylüyor. Hopkins, “hayatta neden bu kadar aptalca şeylere zaman harcadığımızı anlamamız gerektiğini, nefret, şiddet ve suçlamalarla dolu bir dünyaya kimsenin ihtiyacı olmadığını, bunların en nihayetinde üstesinden gelmemiz gereken ciddi patolojik durumlar” olduğunu belirtiyor. Hatta “insanlar zeki hayvanlar olarak kabul edilir, ancak bizler o kadar da zeki miyiz?” diye soruyor. “Bizim tarihimiz bir savaşlar tarihidir. Oysa felsefenin, bilimin ya da sanatın olanakları yeterince kendine yer bulamıyor. Şu anda sahip olduklarımızı takdir edecek kadar akıllı olmamız gerekiyor. Kedim bir gün öleceğini bilmiyor … ama bana bu film kendi ölümlülüğümü hatırlattı.”