Muhalif gazeteci arkadaşımız Osman Teoslu aradı… “Gördün mü?” dedi…
“Neyi?” dedim.
“Aday adaylarını…”
O dakkaya kadar görmemiştim… Bahsettiği linki tıklayıp girdim…

Bilgisayar ekranında kadınlı erkekli milletvekili adayları…
Kimi kafasına mehteran kösçüsünün kızıl kavuğunu geçirmiş... Ellerini havaya kaldırmış, fil derisi davula vurdu vuracak…
Kimi Kanunî’nin kaftanını sırtına atmış, Edirnekapı’dan çıktı çıkacak, Nemse illerini kırdı kıracak…
Kimini Osmanlı da kesmemiş, Moğollara kadar uzamış. Cengiz Han’ın anası Uluneke’nin kıyafetine bürünmüş…
Allah için, biri de Uluğ Bey’e, Yunus Emre’ye, Matrakçı Nasuh’a, Fuzuli’ye, Hezarfen’e özenmemiş… Alayının gözü düz siyasette, yüksekte, ikbalde… Hani bize kızıyorlar ya, siz Osmanlıyı, Türkü fetihten ibaret mi sanıyorsunuz diye… Bunlar hakikaten öyle sanıyorlar…

“Birader, bunları fazla seyretme, insanı bozuyor,” dedi Teoslu…
“Nasıl bozuyor?” dedim…
“Ben dün hep bunlara baktım, sonra rüyama girdiler…”
“Hayırdır inşallah…”

Teoslu, dün gece gördüğü rüyada padişah olmuş…
Kaftanı giymiş, sarığı başına geçirmiş, sarayın içinde eteğini savura savura geziyormuş…
“Akape’den aday adayı mıydın yoksa?” dedim…
“Yok yahu,” dedi, “sahiden padişahtım…”
“İyi ya,” dedim, “bir uykuluk beyliğin keyfini çıkarsaydın bari…”
Meğer öyle değilmiş… Rüyada da olsa padişahlık bayağı zor işmiş…

Mabeyincibaşı, Osman Teoslu’yu sabahın kınalı bülbülleri ötmeden uyandırmış…
“Bre daha uyuyalı iki saat oldu Mabeyincibaşı, niye uyandırırsın?” demiş…
“Devletlûm, bugünkü programınız yüklüdür, şimdiden koştursanız anca yetişirsiniz,” diye cevap vermiş beriki…
Teoslu programa şöyle bir göz atınca gözleri fal taşı gibi açılmış… Tam gerçek bir padişah gibi celallenip bağıracakmış ki, rüyadan uyanmaktan korkup vazgeçmiş…
“Kahvaltıyı öğleye bırakırsak, sekiz buçuktaki açılışa yetişebilirsiniz,” demiş Mabeyincibaşı…
“Bre bu neyin açılışıdır?”
“Kağıthane mesiresine umumî helâ yaptırılsın deyu buyurdunuz ya, onun açılışıdır devletlûm…”
“Tamam, bunu geç… Söyleyin, Veziriazam Bey ilgilensin… Eli makas tutmuyor mu onun? Tutuyor.”
“Fakat devletlûm… Kendileri o saat itibarıyla Beykoz Çayırı’nda türbe açacak…”
“Ne türbesiymiş bu?”
“Halaskâr Şah’ın türbesi… Hani Mogadişu’dan Lazkiya’ya taşımıştık da yerini beğenmemişti…”
“Kim beğenmemişti; veziriazam mı beğenmemişti?”
“Hâşâ devletlûm… Türbenin kendisi beğenmemişti…”
“Bre fesleğen midir bu yerini beğenmesin? Tez savulun Çeşme’ye bina edin onu… Helâyı da veziriazam açsın… Başka ne var sırada, de bakalım…”
“Muhtarlarla toplantınız var devletlûm…”
“Bre muhtarlarla niye ben toplanıyorum? Gazi Muhtar Paşa’yla olmasın! Bir yanlışlık olmasın!”
“Bir yanlışlık yoktur devletlûm… Zat-ı âliniz öyle buyurmuştunuz; muhtarlar bana bağlanacak demiştiniz…”
“Tamam, hatırladım, ihmal etmemek lazım onları… Padişahlık da bir çeşit muhtarlık değil midir? Hem onlara nikâh kıyma yetkisi de verelim… Şey de verebiliyor muyuz? Neydi o?”
“Ne neydi devletlûm?”
“Hani mahkeme ceza kesiyor ya… Sonra şeye gidiyorlar…”
“Temyize…”
“Hah, temyiz… Temyiz yetkisi verelim mi bunlara?”
“Kimlere?”
“Muhtarlara…”
“…”
“Niye sustun bre?”
“Anlamadım devletlûm… Yani, temyiz etme yetkisi mi vermek istiyorsunuz, yoksa temyiz mercii mi olacaklar?”
“Vermeyelim diyorsun yani…”
“Devletlûm, vallahi siz bilirsiniz de… O yetkileri sünnetçilere verdiydik zaten; yakışık alır mı? Yetki karmaşası olur…”
“Haa… O zaman vermeyelim… Sonra ne var sırada?”
“Yeşilay kolları var…”
“Kolları derken? Yeşilay merkez-i umumî heyeti değil mi yani?”
“Mahalle mekteplerinin Yeşilay kolları, devletlûm… Geçen sabah bahsi geçmişti, şahsınıza bağlansın buyurmuştunuz…”
“Âlâ… Buyurmuşsam bir bildiğim vardır…”
“Sonra Galata meyhanecileriyle tövbe merasimi var devletlûm…”
“Âlâ…”
“Sonra Duşakabinoğullarıyla sabun ticareti akti imzalayacaksınız…”
“Âlâ…”
“Sonra Ekrat-ı âyanla sulh müzakereleri var…”
“Â… Yine mi? Her gün sulh müzakere edilir mi, Mabeyincibaşı…”
“Ama etmiyoruz ki Devletlûm… On yıldır ediyormuş gibi yapıyoruz…”

Kan ter içinde uyanmış Teoslu…
“Lala, lala, bu gördüğüm çeşm-i cihan mı ola,” diye bağırıyormuş ki, hane halkı kendisini zor bela yatıştırmış… Evin kedileri, köpekleri, vaveylasıyla dört bir yana kaçışmış…
Dünden beri kendi aralarında söyleniyorlarmış:
“İlişmeyelim, kendini padişah sanıyor…”