Sosyal reflekslerimize, bir başka deyişle düşünmeye gerek kalmaksızın verdiğimiz hayatta kalma dürtülerine veya sezgilerimize dayalı davranışlarımıza ihtiyacımız az değil

İlk refleks

Bir trafik kazası olduğunda yaralının ölüm riskini en çok ne arttırır? Kurtarıcılar. Olduğu yerden çıkartıp uzaklaştırmak, karga tulumba bir araca atıp işi ‘halletmek’ isteyen iyi niyetli gönüllülerin öldürmedikleri zaman en azından sakat bıraktıklarını biliyoruz. Üstelik ta içlerinden gelen bu kurtarma refleksi köklerini bir insanın zor durumdaki başka bir insana yardımcı olma arzusundan alıyor olduğunda ötürü, “yapma, etme” gibi rica ve yalvarmaları “adamı ölüme mi terkedelim yani?” diye yanıtlayacaklar, sizi ‘duygusuzluk’la suçlayıp kazazedeyi ‘kurtardıktan’ sonra sizi de pataklamaya geleceklerdir.

Sosyal reflekslerimize, bir başka deyişle düşünmeye gerek kalmaksızın verdiğimiz hayatta kalma dürtülerine veya sezgilerimize dayalı davranışlarımıza ihtiyacımız az değil. Birçok durumda harekete geçmek ve doğru davranmak için uzun boylu düşünmeye gerek yok. Yangın var ise, üzerine su dökebilirsiniz. Sadece döktüğünüz suya benzer sıvının benzin olmadığından emin olmak için yapmanız gereken bir iki saniyelik bir denetim işlevi var. Bunun için refleksinizi kısacık bir süreliğine askıya almanız yeterli. Ama kolay iş değil.

Viktor Frankl (Varoluşçu Psikiyatri’nin kuramcısı) beklemekle geçen o kısacık süreyi çok önemli bulur: “Etki ile tepki arasında bir boşluk vardır. O boşlukta ise özgürlüğümüz, hangi tepkiyi vereceğimizi seçebilme gücümüz...” Özgürlüğümüz kendimizi tutabilmektedir. Hiç bir tepki vermemenin çok daha zor olduğu bir çok durumda özgür davranan tepkisini o anda vermeyendir.

Peki, bir yaralıyı kurtarmadan önce ne kadar bekleyebiliriz? Tepkimizin hızla, adeta ilk akla geleni yapıyormuşçasına olması mümkün değil midir?

İlk akla gelenin doğru ve uygun tepki olması için doğru ve uygun tepkinin ilk akla geleceği şekilde eğitilmiş olmak gerekir. Örneğin, kaza sonrasında yerde yatan bir yaralı gördüğümüzde yerinden kımıldatmaksızın müdahale etme arzumuzun tehlike yaratacağını düşünmek için gereken birkaç saniye sonrasında ne yapacağımızı neredeyse otomatik olarak yapabileceğimiz tipte bir ilk yardım eğitimi aldıysak, en azından zarar vermeyiz.

Yaralıya yardım etme mesleki formasyonunun parçası olan hekimlerin (ve her türlü ilk yardım ekibinin) eğitimindeki temel ilke “öncelikle, zarar verme!” dir. Bir çok durumda pasiflik ya da pısırıklık olarak yaftalanan davranışların çoğunun altında yatan eylemiyle zarar verme olasılığını akla getirip ona göre yavaşlamaktır. Okumuş yazmış kişilerde daha sık görüldüğü düşünüldüğünden olsa gerek “ağır ol, molla desinler” sözündeki mollalara (eğitim almış olanlara) özgü ağır olma Frankl’ın etki ile tepki arasına yerleştirdiği uzayda istediği kadar vakit geçirme özgürlüğünü de içerir.

İş ya da kişisel hayatlardaki kararlar alınırken bu özgürlük ne ölçüde kullanılmakta? Acele ederek işi bir an evvel halletme için duyulan dayanılmaz dürtü hele bir durumu kurtarma içeriyorsa, zarar vermeksizin nasıl yapılacağına ilişkin sahiden düşünülmüş olup olmadığından emin olmalı. Bu uyarı bir çok kişi için zaten gerekli olmayabilir, enine boyuna ölçüp biçen sadece sonuçlara odaklı olmayan karar vericiler dışarıdan pasif gözükseler de Frankl’ın tanımladığı özgürlüğü kullanıyor olabilirler. Hızlı ve işbitirici yönetici ya da liderlerin “sen çekil bakayım şöyle” diyerek başladıkları süreçlerde ise hayal güçlerinin izin verebildiği tek bir sonucun tutsağı olduklarını görebiliriz.

Twitter’dan: @yankiyazgancom

Tvitleri bir tür özlü söz ya da yüce cümle gibi gören de, entelektüel derinlikten yoksun laf kalabalığı gibi gören de çok. Tvitlenen alıntılar bir yerde kendi fikirlerimize dışarıdan bazen tanınmış bazen kim olduğu net olmasa da önemli birisiymiş hissi veren birilerinden arayıp bulduğumuz onay ya da destek damgası gibi. O nedenle alıntıların adeta doğruyu söyleyen kutsal söz muamelesi görüp, ağızdan ağıza tvitten tvite gezmesi biraz garip gelse de bazı cümleleri tvitle yayarak ister istemez bu duruma katkıda bulunuyorum. Son haftalarda özellikle konferanslarda duyduklarımdan tvitlediğim cümleler biraz da kendi güncelliğimizle ilgili bir “pop” alıntıymış gibi düşünerek okunabilir:

• Cesaret gerektiren konuşma yapmayı hiç istemediğinizdir (David Whyte, İrlandalı ABD’li şair)

• En iyi olmak için en kötüyle başa çıkabilmelisiniz (W Kanadi, kim olduğunu çıkartamadım)

• Kollarımızı açarak dik durmak, güçlü görünmeyi getirir. Güçlü görünmek güçlü olmayı getirir mi? (Amy Cuddy, beden dili üzerine konuşmasından)

• “Kimileri, bazıları, birileri” gibi söz edilenin kim olduğunu belirsizleştirici sözlerin düşmanca kuşkuculuğu arttırıcı etkileri var.

• Başkaları ne der? Aslında: pek azı sever, sadece bir kısmı nefret eder, ve neredeyse hepsinin hiç umurunda olmaz. (Alain de Botton)

• Görmenin en iyi yolu karanlıktan aydınlığa bakmaktır. Ters yönde değil (Wolfgang Hilbig’den alıntılayan KitabınOmurgası)