Siyasete heyecan geldi. Çakıcı, Bahçeli derken en çok da Arınç sayesinde… Onun söylediklerinden hareketle reform sinyalleri aldık. Cumhur İttifakı içindeki tartışma ve olası çatlağa dair analizler yaptık. Her halde parlamenter demokrasiye geçişin işaretleri bunlar dedik. Olmadı, Arınç’ın çıkışları bir tür testti, nabız yoklamaydı; Erdoğan gün be gün yaptırdığı kamuoyu yoklamalarıyla tepkiyi ölçtükten sonra bir tavır aldı dedik.

Dün AKP Grup Toplantısı’nda söylediklerinden de Arınç’ın sözlerinden asıl kendisinin rencide olduğunu, öyle Demirtaş’ın Kavala’nın serbest kalabileceği bir reform beklememiz, parlamenter sistemi de unutmamız gerektiğini öğrendik.

Siyasette heyecan dediğim bunlar işte…

Ancak, şimdi konuşup yazmanın pek revaçta olduğu heyecanlı siyaseti bir kenara bırakıp, yakamızı bırakmayan koronaya bakalım biz.

Erdoğan’ın dünkü konuşmasının önemli bir bölümü de aşıya dairdi. Önce Çin’den olmak üzere dışarıdan alıp aralık sonunda ülke içinde uygulayabileceğimiz aşıya ve nisan ayında uygulama aşamasına getirmeyi umduğumuz yerli aşıya dair…

Yerli aşımızı hazır ettiğimizde, “en uygun koşullarda” insanlığın hizmetine sunacağız!

Salgının başlangıcında dünyanın en gelişmiş ülkelerinde gördüğümüz ve ne yazık ki şimdi yeniden görmeye başladığımız hastalar arasında seçim yaparak, kimin ölüp kimin yaşayacağına karar verme hali, yönetmenin ve iktidar olmanın da yeni formu olmaya başladı. İnsan bedeni üzerinde söz söylemek ve karar vermek kadar güçlü bir iktidar hali olabilir mi?

Her birimiz, doğrudan hayatlarımızın söz konusu olduğunu şiddetle hissedip düşünerek, bir “istisna hali” olması gereken “olağanüstü hal”lere; sokağa çıkmamaya, kapanmaya, birbirimizle ilişki kurmamaya, aramıza mesafe koymaya, yalnızca “razı olduğumuz” değil, dahası talep ettiğimiz haller olarak bakmaya başlıyoruz. Bunları bir araya getirdiğimizde, tam da otoriter/totaliter rejimlerin yönetebilmek adına dayattıkları koşullar olduğunu görürüz.

İşte şimdi, “Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” klişesini yinelerken, sorulması gereken önemli sorulardan birisi nasıl bir gelecek istediğimiz ve nasıl bir gelecek için çabaladığımızdır.

Aşı ve onu üreterek piyasaya sürecek olan ülkeler ve şirketler, bununla yalnızca kâr etmeyecek ya da öylece insanlığın hizmetine sunuyor olmayacaklar, aşı eğer yaşamak ve ölmek arasında bir kararın aracına dönüşecekse, aşı üzerinden küresel bir iktidar da kuracaklar.

Salgın hastalıkların, bu kapsamda da koronanın, sınıfsal ya da diğer toplumsal sınırları tanımadığı, hiç ayırım yapmayıp herkesi aynı şekilde vurduğu efsanesi var ya… Tam bir efsane! Tek tek zenginler öldüğünde dünyanın duyduğu, o yüzden de herkesi vurduğuna inandığımız, ancak yoksullar, göçmenler, yaşlılar, dezavantajlı gruplar onar, yüzer, biner öldüklerinde sadece istatistik olarak kaldıkları ve adları sanlarıyla onların ölümlerini görüp duymadığımız için kolay inanılabilen bir efsane…

Tamam, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, nasıl olacağına ve nasıl olması gerektiğine dair bizim sözümüz ne olacak? Olup bitenleri öylesine izleyecek, kendi bedenlerimizin derdine düşerek yalnızca söylenenleri mi yapacağız?

Tanınmış Hint yazar ve savaş karşıtı aktivist Arundhati Roy; “Tarihsel olarak pandemiler insanları geçmişlerinden kopmaya ve yeni bir dünya düzenlemeye zorladı. Bu da farklı değil. Bir dünya ile bir sonraki arasında bir kapı, bir geçit.” diyor.

Kapıdan geçtikten sonra bir kez daha barbarlık içine düşmek, nereye gideceğimize dair sözümüzde ve eylemimizde güçlü olmaya ve yeni dayanışmacı pratikler geliştirebilmeye bağlı!