Özgürlük arzusunun ve barış talebinin kışkırttığı en anlamlı toplumsal fenomendir Devrim.

“İllegal” bedenler

MURAT MÜFETTİŞOĞLU - mmufettisoglu@gmail.com

Yunan mitolojisinde iki zaman tanrısı vardır: Khronos ve Kairos. Khronos çizgisel zamanı, yani kronolojik tarihi yaratan ilk titan diye bilinir. Kairos ise, geçmişi, şimdiyi ve geleceği, ortak bir zaman sarmalı olarak yalnızca an’ ın içinde gizler.

Ülkenin tarihi, nice zamandır bir titan ve ona bağlı titancıklar tarafından yazılıyor. Politik yanlışlar, hukuk skandalları, insanlık trajedileri, ekolojik katliamlar, kronolojik cetvelin birer çentikleri gibi.

Muhalifler olarak tarihin iplerini elimize alma şansımız “yoksa” geriye tek seçenek kalır: Kairos’ un zamanının, yani şimdiki zamanın öznesi olmak; olanlara ve olacaklara bakmadan, yalnızca olmakta olanla bağ kurup tepki vermek. Lakin, bir kötülüğe isyan ederken, bir yenisiyle burun buruna kalıyoruz. Bıkkınlık, yılgınlık, çaresizlik, habis birer ur gibi büyüyor içimizde. Umutsuzluk hastalığından bir gün hep birlikte öleceğiz mi dersiniz?.. Hiç sanmıyorum. İnsanın ve doğanın kendini yenileyebilme potansiyeline inananlar için umutsuzluktan söz edilemez. Gel gelelim, birileri yenilenmeye katkı sunarken, birileri buna engel olmanın çabası içindeler. Malumunuz, politik süreçler bu çatışmalı ilişkiden doğar.
İnsanlığın ve doğanın bütünlüğüne katkı sunanlar, onu bozmaya çalışanlardan her zaman bir adım önde olacak. Zira meselenin özü, yasama, yürütme ve yargı gücünün kimde olduğuyla değil; politik bir norm olarak barışa ve bütünlüğe sunduğunuz katkıyla ilgilidir. Ayrıca, Marx’ ın büyük manifestosunda söylediği gibi; ‘sistem, doğası gereği kendi mezar kazıcılarını üretmeye devam edecek’. Bugün siyasal iktidarın her hamlesi, kendi varlığına vurduğu birer darbedir. En büyük darbeyi barışa vurmak istemeleri ise, artık tükenme noktasına gelmelerindendir. Savaştan ve askerden medet ummaları başka nasıl açıklanabilir ki!

Onlar kendi mezarlarını kaza dursun, biz kendi işimize bakalım. İnsanız, sistemik iktidarın uyguladığı orantısız şiddetten ötürü her olaya bedenimizi koyamıyoruz. Neyse ki zihnimiz ve hayal gücümüz var, hayallerimiz var. “Politika üstü” cümleler, yaratıcı dışavurumlar, iktidar kültüne ve kültürüne yönelik kontrataklar ve kurucu eylemlilikler daha ziyade böyle anların ürünüdür. Maruz kaldığımız orantısız şiddet ve baskı karşısında çok daha güçlü bir orantısızlık yaratmaya mecburuz çünkü. Hayatın yaralarına merhem olmak, insanın insanla, insanın doğayla bütünlüğünü korumak ve güçlendirmek için; savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı, ahiret vurgusuna karşı dünyayı savunmak boynumuzun borcudur. Aksi halde, meydanı boş bulan yandaş aktörler, ellerinde yaldızlı boyalarla ve sahte bandajlarla yaraların üstünü “kapatmaya” devam edecekler. Kirli bir savaşta kardeşini kaybetmiş bir ağabeyin haklı çığlığını “vatan hainliği” olarak yaftalamaları (kara propagandanın çok ötesinde) iğrençleşmede sınır tanımadıklarının göstergesidir.

İktidarın ürettiği seri kötülükler karşısında tutulup kalmak, müdahale gücünü ve cesaretini kendinde bulamamak, sorumlulardan hesap sor(a)mamak, parça parça ölmeyi de beraberinde getirir. Önce bakışlar, sonra hayaller, peşinden vicdan, derken beden hayattan çekilir. Biz hiçliğin bataklığına ağır ağır gömülürken, Khronos’ un titancıkları tarihi ve zamanı yazmaya devam ederler.

İktidar(lar)ın tüm saldırılarına rağmen zayıf bedenlerimizle bugünlere gelebilmemiz, üzerlerine serpilen ölü toprağını reddedenler sayesindedir. Onlar, Spinoza’ nın ‘bir beden neye muktedirdir?’ sorusunun cevabını yaşayarak verirler. Kairos’ un izinden gitmeleri, refleksif hareketi ve eylemi kutsamaları, kurucu kafaya sahip olmaları, barıştan, bütünlükten ve kardeşlikten taviz vermemeleri ortak yanlarıdır. Okuduk, duyduk, en mühimi Gezi’ de yaşadık biz bunları. Ömrümüz vefa ettiğince de yaşatacağız.

‘Bir bedenin neye muktedir olduğunun’ bilgisine yaşarken sahip olamayanlar yaşamaktan korkanlardır. Özgürlük arzusunun sınırlarını zorlamayanlar, cebindeki parayla özgürlüğü satın aldığını sanan ahmaklardır. Eşitlik talebini dillendirmekten çekinenler, eşitsizlikten beslenen vicdansızlar ve eşitsizliğin kader olduğuna inanan cahillerdir. ‘Risk’ almaktan imtina edenler, bedenlerinin ve zihinlerinin açık sömürüsüne karşı çıkmayarak aslında en büyük riski alırlar. Hayatta en büyük risk, satılmış bir ömrün içine gizlenmiş olandır. Duruşlarının ardındaki gerekçeyi sorduğunuzda da onulmaz bir aymazlıkla şu cevabı verirler: “Biz, devletine, milletine, bayrağına, diline, dinine ve geleneklerine bağlı, yasalara saygılı insanlarız. Üstelik her seçimde oy kullanarak demokrasinin gereğini yerine getiriyoruz”. Beyin ölümleri çoktan gerçekleşmiş ve birer zombiye dönüşmüş bu bedenler, şu gerçeği zinhar bilmezler: Sözde güven içinde yaşamalarının nedeni, kör kütük biat ettikleri “legaller” değil; özgürlük, barış ve kardeşlik için kendilerini ateşe atan “illegal” bedenlerdir.

Hayatta en fazla bedenimizin bilgisine sahibiz. Neye muktedir olduğunu anlamak için onu dürtmemiz gerektiğini çocukluğumuzdan beri deneyimliyoruz. Çocukken Khronos’ un çizgisel zamanını bilmezdik; geçmiş ve gelecek tasavvurumuz yoktu; “iflah olmaz” bir Kairos kafasıyla, o an yapmak istediğimiz neyse onu yapardık. Büyükler engel olduklarında bir yolunu bulur tekrar denerdik. Bedenimizin taşıdığı aklı, sezgileri ve yaratıcılığı nelerin harekete geçirdiğini, nelerin beslediğini bu yüzden iyi biliyoruz. Bilmeseydik, inanın bugünlere gelemezdik.

Titanlara karşı koyabilmek, bedenlerinin neye muktedir olduğunu bilenlerin bütünleşmeleriyle mümkündür. Bir bedendeki kesintisiz hareketin gelecekteki devrimle lişkisini şu iddia ile desteklemek yerinde olur sanıyorum: ‘Geçmiş’, yaşanmış ve bitmiştir. ‘Şimdi’ise yaşanmakta olandır. ‘Gelecek’, yaşanmış olanla yaşanmakta olanın muhtemel uzantısıdır. Sırf bu gerçekten ötürü gelecek, bir yanıyla, şu anda var olmaktadır. Özgürlük arzusunun ve barış talebinin kışkırttığı en anlamlı toplumsal fenomendir Devrim. Özgürlüğü ve barışı yaşarken güvence altına almanın yolu, bu ikisini yanıbaşımızdakine bulaştırmaktan geçer. Böyle durumlarda ateşleyici bir mekanizma ister istemez devreye girer. Kendimiz için istediğimizi başkaları için düşlemeden edemeyiz.