IMF, sığınmacıların uyumu için hükümetin izlediği çabaları alkışlıyor. Bu sürecin işgücü piyasalarını daha da esnekleştiren bir yapısal reform öğesi olduğu ise (herhalde nezaketen) vurgulanmıyor

IMF uzmanları Ocak 2016’da Ankara’ya gelmişler; Türkiye ekonomisini incelemişler; ilk sonuçları, 2 Şubat tarihli bir özet bildiriyle IMF’nin sitesine koymuşlar. Ayrıntılı raporu, herhalde, yakında okuyabileceğiz.

Üç sayfalık bildiriyi gözden geçirelim.

İyimser tahminler: Nereden kaynaklanıyor?
IMF uzmanları 2015’te ekonominin %3,8 oranında büyümüş olduğunu; cari işlem açığının ise milli gelirin %4,4’üne ulaşmış olduğunu tahmin ediyorlar.

Cari açık öngörüsü 11 aylık verilerle tutarlıdır. 2015’in büyüme tahminini ise TÜİK’in Ocak-Eylül milli gelir istatistikleri ile uzlaştırmak güçtür.

TÜİK’in ilk dokuz aylık verileri, ekonominin %3,4 oranında büyümüş olduğunu belirlemişti. Bu büyüme hızının 2015’in tümünde %3,8’e yükselmesi için, 2015’in son üç ayında milli gelirin önceki yıla göre %4,8 oranında artması gerekir. Ekim’den sonraki nicel göstergelerde böylesine bir hızlanma belirtileri var mıdır? Biz göremiyoruz.

Büyüme ile ilgili bu iyimserlik nereden kaynaklanıyor? Bu istatistikler söz konusu olunca, değerli meslektaşımız Oktar Türel uyarıyor: TÜİK, milli gelir verilerini topluca revizyondan geçirmektedir. Bu, dokuz yıl içinde ikinci revizyondur. Yeni istatistiklerin milli gelir düzeyinde, toplam ve sektörel büyüme hızlarında, cari ve sabit fiyatlı makro ekonomik oranlarda geçmiş yıllarla bağlantıların koparılacağı endişeleri vardır.

O zaman akla geliyor: IMF uzmanlarına bizlerden esirgenen bilgiler mi verildi? Ekim-Aralık 2015’te büyüme temposunun fazlasıyla hızlanması, TÜİK revizyonlarının yansıması mıdır?

2016 için ise IMF uzmanları enflasyonun artacağını öngörüyor ve (anlaşılan) üzülüyorlar. Parasalcı bir enflasyon kuramının yetersizliğini, yanlışlığını Erdem Başçı öğrendi; uzmanlara anlatamadığı anlaşılıyor.

Büyüme ivmesi ise devam edecektir. Buna, asgari ücretlerdeki artış, ham petrol fiyatlarındaki düşme ve “yeterince sıkı olmayan” para politikaları katkı yapacaktır. Ancak, milli geliri dolarla hesaplarsak, IMF verilerine göre durum değişiyor. Bu yıl milli gelirin dolarlı toplamı 2015’in gerisinde kalacak; kişi başına milli gelir ise 9290 dolardan, 9180 dolara inecektir. Yani, dolardaki artış temposu, TL ile hesaplanan büyüme öngörüsünü fazlasıyla aşacaktır.

Ekonominin çetin kırılganlıkları

imf-cephesinde-yeni-bir-sey-yok-112632-1.
Öngörülerden sonra IMF uzmanları ekonominin sorunlarını inceliyorlar ve dış dengesizlikler ile başlıyorlar.

İlk saptama önemlidir: Cari işlem açığındaki hafifleme, petrol fiyatlarındaki düşme sayesinde gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla dış dengesizlikler kalıcıdır. Niçin? Uzmanlara göre özel tasarrufların yetersizliği nedeniyle… Bu görüş, “tasarruflar cari açık kadar artsaydı, cari açık olmazdı…” anlamına gelir. Bana, ister istemez, ömrü boyunca (1470-1525) bu tür “saçma hikmetler” imal eden La Palice’in mezarındaki kitabeyi hatırlattı: “Burada Marquis de La Palice yatıyor. Ölmeseydi yaşıyor olacaktı.”

IMF uzmanları, cari açığın finansmanında kayıt dışı paranın (“net hata ve noksanların”) artan ağırlığından hoşnut değiller. Bu vurgulama önemlidir; zira, kayıt dışı fon girişleri “kara para” ile akrabalık taşır. IMF’nin Kasım 2013 tarihli Türkiye raporu, önemli bir uyarı içermekteydi: “Kara paranın aklanması ve terör finansmanı konularında süregelen yetersizlikler, yabancı finansal kuruluşların Türkiye ile işlemlerinde yüksek derecede titizlenmelerine yol açmaktadır.” O tarihten bu yana Türkiye Orta Doğu batağına daha fazla bulaştı. IMF uzmanlarının “net hata noksan” olgusuna değinmesi, belki de kara para uyarılarının yeniden başlayacağını haber vermektedir.

IMF uzmanlarına göre, 2015’te döviz fiyatlarının yükselmesi Türkiye ekonomisini sarsmamıştır. Ancak, bu “iyi haber” geçmişle ilgilidir; şimdiki durum parlak değildir. Sermaye çıkışları hızlandığında kullanılabilecek savunma araçları zayıflamıştır. Dört olumsuz olgu vurgulanıyor: Rezervlerdeki erime, negatif (“eksi”) değer taşıyan uluslararası yatırım pozisyonu, şirketlerin döviz borçlarındaki artış, bankaların dış borçlanmaya artan bağımlılığı…

İlk iki sorunu daha önce tartışmıştım. Son ikisi için uzmanlar istatistik kullanmıyorlar; ben özet verileri aktarayım.

Türkiye’nin dış borçları, artık, büyük ölçüde özel sektöre aittir ve bu durum giderek artmıştır: Toplam dış borçlardaki özel sektör payı, 2007’de %64, Eylül 2015’te %71’dir.

Özel sektörün dış borçlarında bankaların payı giderek artmıştır: Bu oran 2007’de %43, Eylül 2015’te %59’dur.

Bu doğruysa, IMF uzmanlarının “şirketlerin döviz borçlarındaki artış” uyarısı yanlış mıdır? Yanlış değildir; zira, bankaların artan dış borçlarının önemli bir bölümü özel şirketlere döviz kredisi olarak aktarılmaktadır. Şirketlerin döviz borçlarının yaklaşık yarısı doğrudan dış dünyadan, geri kalanı Türkiyeli bankalardan alınmaktadır. (Bk, Bank of International Settlements, Aralık 2015 Raporu, Tablo 1). Yani, özel dış borçların çoğu bankalara, döviz borçlarının çoğu ise şirketlere aittir.

IMF niçin endişe ediyor? Döviz fiyatları hızla arttığında, öncelikle döviz borçlusu şirketler sarsılacaktır. Bankaların da etkilenmesi söz konusudur.

IMF uzmanlarının, “bankaların dış borçlanmaya artan bağımlılığı” uyarısının bir başka boyutu da vardır. Bankaların dış borçlarının bir bölümü de TL kredisi olarak yerli şirketlere, bireylere aktarılmaktadır. IMF, banka kredileri ile mevduat arasındaki oranı bir kırılganlık öğesi olarak görür. Bu anlayışa göre, banka kredileri esas olarak mevduata dayanmalıdır; özellikle dış borçların krediye dönüştürülmesi sağlıksızdır. Türkiye’ye bakalım: Banka kredilerinin mevduata oranı 2007’de %43, Kasım 2015’te %123’tür.

Sorun ne? Dış ortam iyiyken, bankalar, iç kredi faizi ile dış borçlanma faizi arasındaki farktan (“arbitraj getirisi”nden) yararlanırlar. Finansal çalkantı döviz fiyatlarını tırmandırdığı zaman, bu makas tersine döner. TL ile tahsil edilen alacaklar, yabancı bankalara pahalılaşan dövizle ödenecektir. Ucuz döviz dönemlerinin kazançları, zararlara dönüşür; banka sarsıntıları gündeme gelir.

Politika önerileri: Malûmun tekrarı

IMF uzmanlarının politika reçeteleri üç başlık altında özetlenebilir:

1. Dış dengesizliklere çözüm: Durgunlaşmak

IMF uzmanlarına göre, kırılganlıkların kaynağında dış dengesizlikler vardır ve kısa dönemde bunları sınırlamak önceliklidir. Nasıl? Maliye ve para politikalarının daha da sıkılaştırılması ve iç talebin böylece frenlenmesi yoluyla… Kısacası, son tahlilde, “sıfır büyüme, sıfır sorun” formülüne tutkunluk söz konusudur.

Peki, dış dengesizliklerin zaman içindeki artış eğilimine yol açan yapısal etkenler nerede? Bu soru gündem dışıdır; zira, bu kırılganlığın kökeninde doğrudan IMF programları vardır. Hem sermaye hareketlerini sınırsız olarak serbestleştirin; hem de döviz kurunun hedeflenmesini önleyin. Bu, IMF patentli enflasyon hedeflemesi programıdır. Türkiye’deki sonucu da cari açık oranının dört nala yükselmesi olmuştur.

2. Büyümenin sihirli formülü: Tasarruf oranları

IMF uzmanları ekonominin büyüme potansiyelinin uzun dönemde yükseltilmesine önem veriyorlar. Onlara göre belirleyici etken tasarruf oranlarının yukarı çekilmesidir. Yapısal reformlar bu işi kolaylaştıracaktır.

Burada da neo-klasik kuramın açmazları ile karşılaşıyoruz. Büyüme potansiyelini belirleyen etken, sermaye birikim (yatırım) oranıdır; tasarruflar değil… Tasarruf, bağımlı değişkendir. Yatırımların (sermaye birikiminin) gerçekleşmesi, son tahlilde tasarrufları da yaratacaktır.

IMF’nin ideolojik tutsaklığı, büyüme sorunlarına ışık tutacak soruları engelliyor: Son yirmi yıl boyunca astronomik sermaye girişleri niçin tüketimi pompaladı; yurt içi tasarrufları azalttı? Yatırım oranları artmadığı halde dış açıkların tırmandığı bir ekonomik yapı nasıl oluştu?

3. Yapısal reformlar: İşgücü piyasalarının esnekleşmesi…

IMF uzmanları, her sorunu son tahlilde çözecek olan anahtarı, hâlâ yapısal reformlarda görüyorlar. Nedir bu reformlar? “Sermaye piyasalarının geliştirilmesi” gibi göstermelik bir ayrıntı sayılmazsa, hep aynı formülle karşılaşıyoruz: İşgücü piyasalarının esnekleştirilmesi… Ücret artışlarının rekabet gücü üzerindeki olumsuz etkileri böylece hafifletilecektir. Bu çerçeve içinde kıdem tazminatına, özel emeklilik sistemlerine ilişkin reformlara ayrıca önem veriyorlar.

IMF, sığınmacıların uyumu için hükümetin izlediği çabaları alkışlıyor. Bu sürecin işgücü piyasalarını daha da esnekleştiren bir yapısal reform öğesi olduğu ise (herhalde nezaketen) vurgulanmıyor.

Bilinen teşhisi tekrarlamanın ötesinde ne diyebiliriz? Sermayenin sınırsız tahakkümünü yerleştirmenin stratejik yöntemlerinden biri, işçinin, işgücü piyasalarına tek başına katılmasıdır. 19 ve 20’nci yüzyıllardaki sınıf mücadeleleri sayesinde işçilerin bu savunmasız konumuna son veren düzenlemelerin, kurumların tasfiyesi, işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi programı ile hedeflenmektedir. Görünürdeki gerekçe, rekabet gücü ile ilgilidir. Bu da, işçilerin değil, sermayenin sorunudur.

Kısacası, IMF’nin Türkiye’ye bakışında yeni bir şey yoktur.