İki hafta önce bu köşede IMF’nin baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın uluslararası krizden çıkardığı dersler üzerinde yazdıkların

İki hafta önce bu köşede IMF’nin baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın uluslararası krizden çıkardığı dersler üzerinde yazdıklarını değerlendirmiştik. Blanchard geçmişte izlenen makroekonomik politikaların hatalar bilançosunu çıkarmakta ve yeni öneriler ortaya koymaktaydı. Özetle, katı parasalcı saplantılardan uzaklaşan ve sağ kanat Keynes’gil yaklaşımlara (özellikle aktif bir maliye politikası aracılığıyla) yönelen ılımlı bir doktrin değişikliğinin işaretlerini vermekteydi.
Ne var ki, bu öneriler IMF’nin hiçbir zaman 'müşterisi' olmamış bulunan metropol ekonomilerle ilgiliydi. Neo-liberalizmin otuz yıllık tarihi boyunca IMF’nin müşterileri hemen hemen daima emperyalist sistemin çevresinde yer alan ülkeler olmuştur. Kriz ortamlarında ‘bizim buralara’ uğradığında IMF’nin getireceği reçeteleri değiştiren bir doktrin revizyonunun gerçekleşip gerçekleşmiş midir? Bu soru bizi daha çok ilgilendiriyor.
• • •
Blanchard’ın sözü edilen çalışmasının doğrudan doğruya çevre ekonomilerini ilgilendiren bölümleri bu sorunu kısmen ele alıyor.
IMF’nin baş ekonomisti, ‘yükselen piyasa ekonomileri’nde, kamu maliyesinin temel önceliğinin devletin borç yükümlülüklerinin sürdürülebilmesi olduğunu belirtiyor. Ona göre, bu uygulama doğru olmuştur. Bu sayede kriz ortamına düşük kamu borçlarıyla giren çevre ekonomileri, genişleyici maliye politikalarına rahatça geçebilmişler; bunalımın etkisini hafifletebilmişlerdir. Buna karşılık, Doğu Avrupalılar gibi kriz öncesindeki canlı ortamı, kamu açıklarıyla daha da körükleyen ülkeler, şimdi bütçeleri daraltmak zorunda kalıyorlar ve (adeta ‘yangına körükle giderek’) bunalımı ağırlaştırıyorlar.
Blanchard, böylece IMF’nin çevre ekonomilerine sunduğu “ikili reçete”nin haklılığını savunmuş oluyor. Tekrarlayalım: “Normal yıllarda bütçe açıklarını frenleyin ki kriz ortamında kamu harcamalarını pompalayabilesiniz; basiretsiz davranırsanız sonra kemer sıkarsınız…”
Burada en azından samimiyetsizlik vardır. Kısaca açıklayalım:
Birincisi, ‘basiretsizlik’ kemer sıkmayı haklı gösterecekse, bütçe ve cari işlem açıkları bakımından dünya rekortmeni olan ABD’de ‘kamu harcamalarını artırmaya dayalı genişleyici politikaların’ IMF tarafından alkışlanması çifte standart değilse nedir? İkincisi, stand-by müzakerelerinde IMF’nin Türkiye’ye ‘kemer sıkmaya dayalı kamu maliyesi reçeteleri’ önerdiğini biliyoruz. Ne var ki, Türkiye uzun yıllar boyunca kamu maliyesini IMF tarafından belirlenen faiz dışı fazla hedefleriyle belirlemişti. 2005-2006’da Türkiye’nin kamu açıkları ve borçları, bu sayede çok ılımlı düzeylere inmiş; devlet bütçesinin kamu hizmeti sunma ve altyapı yatırımlarını hayata geçirme gibi geleneksel işlevleri aynı nedenle de ciddi boyutlarda aşınmıştı. Blanchard yanıltıyor: IMF’nin Türkiye’den ve Doğu Avrupa ülkelerinden kemer sıkma politikaları istemesi, bütçe açıklarından, devlet borçlarından değil; cari işlem açıklarından, çoğu özel sektöre ait dış borcun yüksekliğinden kaynaklanıyordu. IMF uluslararası finans kapitalin tahsildarlığına soyunduğu için ‘daralın ki kriz ortamında dış borçlarınızı döndürebilesiniz’ diyordu ve bu ortamların oluşmasına kendi katkısını gözardı ediyordu.
• • •
Şubat 2010’da IMF, altı kişilik bir uzmanlar grubu tarafından, baş iktisatçı Blancard’ın rehberliğinde kaleme alınan Sermaye Girişleri: Kontrolların Rolü başlıklı bir incelemeyi yayımladı. Bu çalışma, yukarıda değindiğim boşlukları belli ölçülerde kapatmayı hedeflemektedir. Kısaca özetleyelim:
Yazarlara göre, 2010’un ilk aylarında çevre ekonomilerine dönük sıcak para hareketlerinin artması endişe yaratmaktadır. Zira, gelişmiş ülkelerde faizler normal oranlara yükseltilince bu akımlar tersine dönebilecek ve tahripkâr sarsıntılara, ciddi sorunlara yol açabilecektir. Yüksek tempolu sermaye girişlerinin, yerli paraların aşırı değerlenmesine, finansal piyasalarda balonların oluşmasına, kırılganlığın ve kriz riskinin artmasına yol açtığı yazarlarca kabul edilmektedir.
IMF belgesine göre, bu sakıncaların gündeme geldiği koşullarda, ekonomiler fazlaca ısınmışsa, sermaye girişlerinin içinde ‘sıcak’ öğeler ağır basmaktaysa, rezervler ‘yeterli’ düzeydeyse, dış (veya dövizle) borçlanma hızla tırmanmaktaysa sermaye girişlerinin denetlenmesi, kısıtlanması makuldür. Ancak, bu yola (bütçeyi kısmak ve finansal reformlar gibi) geleneksel önlemlerden sonra başvurulması yeğlenmektedir.
“Denetlemek, kısıtlamak haklı olabilir; ama, fiilen sonuç alınamaz…” Bu da yaygın bir itirazdır. IMF uzmanları bu savı da mercek altına alıyorlar. Bir kere, Çin ve Hindistan gibi sermaye hesabını ilke olarak kapalı tutan ülkelerdeki kontrollerin etkili olduğunu peşinen kabul ediyorlar. Sermaye hesabını genellikle açık tutan ülkelerde (Brezilya, Şili, Kolombiya, Hırvatistan, Malezya ve Tayland’da) zaman zaman uygulanan deneyimleri mercek altına alıyorlar ve incelenen kısıtlamaların, özellikle kısa vadeli, istikrarsız dış kaynak hareketlerini frenlemekte başarılı olabileceğini belirliyorlar.
• • •
Sermaye hareketlerinin dünya ekonomisinin tüm coğrafyalarında sınırsız serbestleştirilmesinin insanlığa cennetin anahtarlarını vadettiği savı, küreselleşme ideolojisinin dayanaklarından biridir. Bu savın, neoliberal cephe içinde, IMF’de kritik bir eleştiriye tabi tutulması bu nedenle çok önemlidir.
‘Son zamanlarda yükselen piyasa ekonomilerine dönük sermaye girişlerindeki tırmanma’ olgusu, IMF uzmanlarını endişeye sürüklemiştir. Aynı olgu, kasımdan bu yana Türkiye için de geçerlidir. IMF’nin incelediği sermaye girişlerine kısıtlama uygulayan ülkelerin (Hırvatistan hariç) hiçbirinde kriz öncesinde (örneğin 2007’de) cari açık sorunu yoktu. Türkiye’de ise, kronik (ve zaman içinde artma eğilimi gösteren) dış açıklar, sıcak/serin her türlü sermaye girişine ‘hoş geldin’ deme eğilimine yol açmaktadır. Cari açıkları daha da körükleyen bir kısır döngü böylece oluşmaktadır.
Dünya ekonomisiyle ilişkilerde geçmiş politikalardan radikal bir ‘kopuş’… Bizim acil gündemimiz budur. Sermaye hareketlerini denetlemekle başlayan; ancak bunun çok ötesine giden kapsamlı bir revizyon söz konusu değilse, ufukta 'geçmişin tekrarı' vardır; o kadar…