IMF’nin Ekim 2017 tarihli Ekonomik Raporu’na göre 2 yıllık bir iyimserlik öngörülüyor. Buna karşın 2022’ye kadar Batı ekonomilerinin tümünde durgunlaşma yaşanması bekleniyor

IMF’den Dünya bilgileri

IMF, her yıl nisan ve ekim aylarında iki rapor yayımlar. Biri “Ekonomik Rapor”dur (World Economic Outlook) diğeri Finansal Rapor (Global Financial Stability Report)…

Geçen hafta bu iki rapor kamuoyuna dağıtıldı. IMF raporlarını yakından izlemeyi yararlı görenlerdenim. Bir kere, ülkeler arası karşılaştırmalar yapmamıza imkân veren zengin sayısal bilgiler bunlarda güncellenir; haberdar oluruz.

İkinci olarak bu raporlar, emperyalizmin ekonomik ideolojisini yansıtan önemli metinlerdir. IMF, bu özelliğini, kendine özgü bir dil ve söylem ile görünmez kılmaya çalışır; ama, fazla başarılı olamaz.

Bugün, bu raporların nicel verileri arasında bir gezinti yapalım. Dünya ekonomisi nasıl seyretmektedir? Yakın geleceğin beklentileri nasıldır? Ülke konumları nasıl ayrışmaktadır? Bunların içinde Türkiye nerededir?

İki yıllık bir iyimserlik
Ekim 2017 tarihli Ekonomik Rapor, son yılların en iyimser IMF metinlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Ancak iki yıllık bir iyimserlik…

Geçen yılın ikinci yarısında başlayan canlanmanın “tam gaz” bu yıl da süregeldiği belirleniyor. Bir önceki raporda 2017-2018 için yapılan nicel tahminler yukarı çekilmiştir.

2017 büyüme tahminlerini aktarayım: Dünya ekonomisinin tümü için yüzde 3,6; emperyalist sistemin merkezi (IMF terminolojisine göre “ilerlemiş ekonomiler”) için yüzde 2,2 ve çevresi (“yükselen piyasalar ve gelişmekte olan ekonomiler”) için yüzde 4,6…

2018 öngörüleri nasıl? Çevre ekonomilerinde büyüme bir nebze daha (%4,9’a) yükseliyor. Bu etken, metropoldeki çok ılımlı yavaşlamayı fazlasıyla telafi ediyor ve dünya ekonomisinin büyüme temposunu da yukarı (%3,7’ye) çekiyor.
Böylece, bu iki yıla ilişkin IMF öngörülerine göre, 2008-2013 arasında önce Batı ekonomilerinin tümünü, sonra da Avro Bölgesi’ni sarsan bunalım dalgası aşılmıştır.

Canlanmanın ardındaki temel bir etken, Çin’in büyüme temposunu sürdürmesidir. IMF’nin orkestra şefliğinde burjuva iktisatçıları uzunca bir süredir Çin’i, “reformları hızlandır; devlet işletmelerini tasfiye et; aksi halde…” söylemiyle uyarmaktaydı. Bu telkinler umursanmadı. IMF örtülü olarak itiraf etmektedir ki “malûm reformlara” itibar etmeyen Çin, hâlâ dünya ekonomisinin büyümesine en fazla katkı yapan ülkedir.

Buna karşılık IMF, her iki raporda da ısrarla, Batı merkez bankalarının gevşek para politikalarının, dünya ekonomisine “selim bir finansal ortam” sağlayarak ekonomik canlanmaya katkı yaptığını savunmaktadır. Aynı zamanda da, “varlıklardaki aşırı tırmanmanın” finansal istikrarsızlık yaratma olasılığına da değinmektedir. Bu ifadeyi, anlaşılır dile çevirelim: “Parasal genişleme borsaları, kâğıttan varlıkları öylesine şişirmiştir ki, her şey olabilir…”

2017-2018 için öngörülen iyimser senaryoyu bozabilecek olumsuz ekonomik risklerin ön planında, IMF’ye göre, korumacılığa yönelme olasılığı vardır. Bu tehdidin kaynağında Trump yönetiminin olduğu malûmdur. IMF, yine de, emperyalizmin egemen ekonomik ideolojisini (“ticarette ve sermaye hareketlerinde tam serbestlik” ilkelerini) sahiplenmektedir.

Sonraki yıllar? 2022’ye kadar Batı ekonomilerinin tümünde durgunlaşma öngörülüyor (Tablo A1). IMF’nin baş iktisatçısı Maurice Obstfeld’i aktarayım: “İleri ekonomilerin çoğu, 2007-2009 krizi öncesindeki on yıla göre çok daha düşük büyüme oranlarıyla karşılaşacaktır… Belirleyici rolü, verim artışlarında yavaşlama ve emek gücünün yaşlanması oynuyor.” (s.xiv).

Verim hareketleri niçin yavaşlıyor? İktisat bilgimize göre, sorumluluk düşük sermaye birikiminde aranmalıdır. Ekonomik Rapor, sabit sermaye birikiminde son iki yılda gözlenen gerilemeyi belirliyor (Şekil 1.2, s.16); ama bu olguyu Batı ekonomilerindeki durgunlaşmaya bağlamıyor.

Net sermaye birikiminin sıfıra yaklaştığı bir kapitalizm varlığını sürdürebilir mi? IMF raporlarında “kapitalizm” sözcüğünü tarayın: Bir kere bile kullanılmadığını belirleyeceksiniz. Kapitalizm kavramını lügatçesinden çıkaran bir kurum, böyle bir soruyu elbette gündeme dahi getiremez.

Uluslararası gelir farkları kapanıyor mu?
IMF belirlemiştir ki, emperyalist sistemin çevresi, Batı ekonomilerinden (merkezden) daha hızlı büyümektedir. Bu sonuç, uluslararası gelir farklarının azaldığını; emperyalizmin iki kutbu arasındaki bir yakınlaşmanın gerçekleştiğini göstermekte midir?
Çevre blokunu ülkelere ayırın; aralarındaki farklılaşma bu tür bir genellemenin geçersiz olduğunu gösteriyor. Örneğin, “çevre” ekonomilerinin 2017 büyüme öngörüsü olan %4,6, bu bloktaki iki en büyük ekonomi olan Çin ve Hindistan’ın ağırlığını taşır.
Yüzde 4,6’lık büyüme ortalamasını hangi çevre ülkeleri aşmıştır? Ekonomik Rapor’un tüm ülkeleri kapsayan 2017 büyüme tahminlerini içeren listeye (Tablo A4’e) baktığımızda ilginç bir yanıt ortaya çıkıyor: Hemen hemen sadece Asyalılar…

Ayrıntılara boğmamak için listeyi, en büyük 11 çevre ekonomisinin yer aldığı G20 ülkeleri ile sınırlayayım: 2017’de yüzde 4,6’yı aşan büyüme temposunu (bir istisna dışında) sadece üç Asya’lı, yani Çin (%6,8), Hindistan (%6,7) ve Endonezya (%5,2) aşmaktadır.

Karşılaştırmayı genişletelim: Institute of International Finance’in, 26 ülkeden oluşan “yükselen piyasa ekonomileri” listesine bakalım. Bu listede yüzde 5’i aşan büyüme başarımı da (aynı istisna hariç) tamamen Asyalılara aittir. Örnek: Filipinler (%6,6), Vietnam (%6,3), Malezya (%5,4)…

Latin Amerika’nın en büyük ekonomileri (Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili, Kolombiya) ise, 2017 büyüme hızı bakımından Batı ekonomilerinin dahi gerisindedir.

2017’nin öncesine gidelim; neoliberal dönemin tümüne bakalım: Emperyalist sistemin merkezi ile çevresi arasında ekonomik yakınlaşma görüntüsü, büyük ölçüde Asya’ya özgü bir dinamizmin istatistiklere yansımasıyla sınırlıdır. Asya olgusunu, bu nedenle yakından izlememiz gerekiyor.

Diğerleri, yani Latin Amerika, Afrika ve (petrolcüler hariç) Ortadoğu ise, çevre ekonomilerinin malûm özelliklerini, hem bağımlılığı, hem de azgelişmişliği yaşamayı sürdürmektedir.

Raporlarda Türkiye
Hızlı büyüyen büyük çevre ekonomilerinde “Asya dışında bir istisna”dan söz ettim. Bu istisna Türkiye’dir. IMF, Türkiye milli gelirinin 2017’de 5,1’lik bir tempoyla büyüyeceğini öngörüyor ve dört aylık bir gecikmeden sonra TÜİK’in yeni (ve “arızalı”) millî gelir hesabını kullanmaya başlıyor. Aksi zaten düşünülemezdi.

Yine de, IMF raporlarında Türkiye ekonomisiyle ilgili örtülü “rezervler” yer alıyor. Bir kere, 2017 büyüme öngörüsü, hükümetçe yayımlanan Orta Vadeli Program’daki yüzde 5,5’lik hedefinin altındadır. 2018, 2022 yılları için de IMF, yüzde %3,5-3,6’lık bir büyüme temposu öngörmektedir. Geçmiş yıllarda IMF uzmanlarınca hazırlanan Türkiye raporlarında, ekonominin büyüme potansiyeli yüzde 3,8 civarında belirlenmişti. Ekim 2017 raporları da aynı öngörüde ısrar ediyor.

Dünya ekonomisinin tümünü kapsayan IMF raporları, ülkelere kısaca değinir. Ekim 2017 raporlarında Türkiye’ye değinmeler arasında, enflasyon hedefinin bir türlü tutturulamaması ve Merkez Bankası politika faizinin enflasyonun altında kalması yer alıyor. Türkiye, böylece, para, hatta maliye politikalarını “sıkılaştırması” tavsiye edilen ülkeler arasındadır: Ekonomik Rapor (ss. 30, 35, 39); Finansal Rapor (ss. 97,98).

Bu önerilerin dayanağında, Türkiye’nin 2017 enflasyonunun, IMF tarafından yüzde 10,9 olarak öngörülmesi yatıyor. Bu enflasyon oranını, G20 ülkelerinde aşan tek örnek (%26,9 ile) Arjantin’dir. Listeyi diğer büyük çevre ekonomilerine de taşırsak, sadece (%23,5 ile) Mısır’ı ekleyeceğiz (Tablo A7).

Ne var ki, IMF’nin “enflasyon doktrini” sorunludur. Emperyalist sistemin metropolünde deflasyon (“düşen fiyatlar”) tehdidine karşı merkez bankalarının sınırsız parasal genişleme politikaları savunuluyor. Zira, kriz ortamında finans kapitalin ihya edilmesi önceliklidir.

Bizlerin (“çevre”nin) merkez bankalarına gelince, kriz ortamlarında dahi enflasyon hedeflemesi (“sıkı para, yüksek faizler, dalgalı kur”), değişmez ilke olmalıdır. Niçin? Metropolde aşırı parasal genişleme ile beslenen finans kapital, çevre ekonomilerinde de yüksek spekülatif getirilere ulaşabilsin diye…

Raporlar, satır aralarında TCMB’yi “gereğini tam yapmıyorsun” diye uyarıyor. Halbuki TCMB, son bir yıl boyunca bankalara dönük (%12 civarındaki) ortalama fonlama maliyetini, politika faizinin üzerinde tutmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın “faizler yüksek” yakınmalarına rağmen TCMB tarafından sürdürülen bu uygulamayı IMF göz ardı ediyor ve TCMB’ye haksızlık ediyor.

TCMB’nin gizli-saklı yüksek faiz uygulaması, Orta Vadeli Program’a (OVP’ye) açıkça giriyor: “Enflasyon hedeflemesi temel para politikası rejimi olmaya devam edecektir.” (s,16, paragraf 211). Böylece de, dış kırılganlığı yüksek bir ülkede, son sözün Cumhurbaşkanı’na değil, finans kapitale ait olacağı da ortaya çıkıyor.

Dış kırılganlıklar bilançosu
“Yüksek dış kırılganlık varsa, son söz finans kapitalindir”… Niçin böyle?
Kronik ve yüksek dış açık verirseniz, ekonomiyi olduğu gibi (büyümeden) döndürmek için dahi yabancı sermaye girişine muhtaç olursunuz. Finans kapital için kısa dönemde en etkili çekim gücü, yüksek getiri beklentisidir: Yüksek faiz + dalgalı kur (“ucuzlayan döviz”)… Yani, IMF terminolojisinde (OVP’de de vadedilen) enflasyon hedeflemesi…

O zaman, IMF raporlarına dönerek Türkiye’nin konumunu, diğer çevre ülkeleriyle karşılaştıralım ve en yaygın dış kırılganlık ölçütü olan cari işlem dengesinin millî gelire oranlarına göz atalım (Tablo A11 ve A12).

Listeyi, önce G20 ülkelerinin Batı bloku dışındakilerle sınırlayalım ve son sekiz yılın (2010-2017’nin) ortalamalarına bakalım. Dış fazla veren dört ülke var: Rusya, S. Arabistan, Çin ve Güney Kore. Buna karşılık diğer yedi ülkenin sekiz yıl ortalaması dış açıklardan oluşuyor.

Türkiye, ortalama dış açık / millî gelir oranı bakımından zirvededir: %5,5. Diğerleri yüzde 1,7 (Meksika, Endonezya) ile 3,8 (Güney Afrika) arasında seyrediyor. Listeyi 26 “yükselen piyasa ekonomisine” genişletin. Sonuç aynıdır.

Türkiye bu kırılgan konumu yüzünden, örneğin Çin, Hindistan, G.Kore ve Arjantin gibi gerektiğinde sermaye giriş-çıkışlarını denetleme seçeneğinden yoksundur. Denetleyebilseydi faizleri düşürür; döviz fiyatlarını da rekabet gücünü koruyacak düzeylerde tutabilirdi.

Cumhurbaşkanı bu yüzden, finans kapitale yenik düşmektedir.