Sokaklar on binlerin sloganları ile inliyordu. “Kurt, kuş, arı, kahrolsun IMF iktidarı.” DSP ve MHP’nin ana gövdesini oluşturduğu, ANAP’ın da içinde bulunduğu koalisyon hükümeti, Uluslararası Para Fonu (IMF) dayatması ile küresel sermayenin egemenliğini hazırlayan yasaları bir bir Meclis’ten geçiriyor, niyet mektupları ortalarda geziyordu. Reçete belliydi. Reçete acıydı. Kamu işletmeleri satılacak, kamu hizmetleri piyasalaştırılacak, sektörler üst kurullara devredilecek, Merkez Bankası bağımsızlaştırılacak, bankacılık sistemi küresel kredi sistemine uygun bir biçimde yeniden şekillendirilecek; TEKEL, TÜPRAŞ, Erdemir, Telekom, şeker fabrikaları gibi büyük ölçekli kamu kuruluşları, enerji ve doğalgaz dağıtımı özelleştirilecek, özel sektörün de bir aktör olarak devlet yönetimine katılımını amaçlayan yönetişim süreci hayata geçirilecekti.

Türkiye IMF’e teslim olmuştu. Kemal Derviş adeta küresel sermayenin beyaz ata binmiş prensi idi.

Krizin etkisi ile giderek zayıflayan hükümet, 3 Kasım seçiminde iktidarı yeni kurulan bir parti olan AKP’ye devretti. İktidardaki 3 parti de barajın altında kalmıştı.

Ekonominin dümeni IMF’in elindeydi. Birbirinin neredeyse kopyası olan bütçelerle ülke yönetiliyordu. AKP nerdeyse IMF’in iktidar olarak vücuda gelmiş haliydi. Yeni prens bulunmuştu. DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde Derviş’in IMF’in beklentileri olarak sunduğu ne varsa, AKP eli ile hayata geçiriliyor, Türkiye küresel sermayenin özlem ve beklentilerine göre yeniden yapılandırılıyordu. Bankacılık sistemi, düşük enflasyon ve faiz ortamında hızlı bir borçlandırma hamlesine girişti. Toplam tüketici kredilerinin miktarı 2012 Aralık ayından-2018 Haziran ayına yaklaşık 73 kat artarak 513 milyar TL’ye ulaştı. Türkiye’nin dış borcu 3 kattan fazla artarak 354 milyar dolar (yanlış anlamadınız dolar) artış kaydederek 467 milyar dolara ulaştı. Bu dönemde 60 milyar dolar civarı özelleştirme geliri elde edildi. Bu gelirler yol oldu, baraj oldu, inşaat oldu, en çok da yandaşa ihale oldu.

Kamu hizmetleri ihalelerle verilir hale geldi. Sağlık başta olmak üzere, kamunun asli unsurları özel sektörün faaliyet haline getirildi. Türkiye’nin en büyük kamu kuruluşları yabancı ortaklı, özel sektörün elinde.

Vatandaştan, işçiden, emekçiden vergi üstüne vergi alınırken, sermayeye “sen benim arkamda dur, ben senin vergini affederim”, “teşvik iste, canımı vereyim” denilerek, sadece borçlar, özelleştirme gelirleri değil, halktan alınan vergiler de yeni ya da eskimeyen zenginlerimiz için kaynak haline geldi.

Bu süreçte Türkiye pek çok açıdan küresel aktörlerin oyun alanı haline geldi. Ekonomi ile siyaseti birbirinden ayrı olduğunu iddia eden, yıllardır bu söylemin bayraktarlığını yapan iktidar, kazın ayağının öyle olmadığını şimdi net bir biçimde görüyor. Ekonomi ile siyaset, et ve tırnak gibidir. Bu ülke ekonomisinin kırılgan hale getiren, kontrolü “dış güçlere” bırakan bir anlayışın, “bize savaş açtılar” demesi ne kadar anlamlı bilemiyorum.

Sermaye ile uzun ve “kazan kazan” ilkesine dayalı bir yolculuğa çıkan siyasal iktidar, varlığını sürdürmenin tek çaresinin “kazandırmak” olduğunu biliyor. Elindeki yegâne güç, Türkiye’nin bitmek bilmez doğal kaynakları, dereleri, madenleri, şehirleridir. Elindeki yegâne güç, susmuş, sinmiş, korkutulmuş milyonlardır. Elindeki yegâne güç, muhalefetin de iktidarın bir benzeri olarak sermayeye kendini beğendirme çabasıdır.

Peki alternatif nedir? Birleşik Metal-İş Sendikası seçim öncesi bir manifesto yayımlamıştı. Şimdi o manifestoya tekrar bakmak lazım. Manifestodan birkaç başlığa burada yer verelim: Krizin maliyetinin kamuya yıkılmasının önüne geçilmelidir. Kamu kaynaklarının, şirketlerin borçlarının üstlenmesinin önüne geçilmelidir. Ekonomik çalkantının maliyeti ve şirketlerin risklerinin toplumsallaştırılması uygulamasına son verilmelidir. Kârlar sermayeye zararlar kamuya” zihniyetinin bu süreçte bir kez daha hortlamasına izin verilmemelidir, krizin faturası emekçilerin sırtına yüklenmemelidir. Şirketlerin iflası halinde, üretim ve istihdamın devam etmesinin koşulları aranmalı ve farklı kolektif mülkiyet biçimleri altında emekçilerin yönetim ve denetimde etkin kılınması sağlanmalıdır. Bunun koşulları olmadığı durumlarda işçilere hem istihdam olanakları konusunda hem de mali hakları konusunda öncelik verilmelidir. Gelir adaletsizliğini derinleştiren mevcut bütçe uygulamalarına son verip, halkın bütçe tercihlerinde söz sahibi olduğu katılımcı bir bütçe anlayışı benimsenmelidir.

Ya bu talepler etrafında ısrarlı bir muhalefet örgütlenecek ya da sermayenin programı AKP’li ya da AKP’siz halka dayatılacaktır.